Kayıtlı değilsiniz. Buraya tıklayarak ücretsiz kayıt olabilirsiniz.
Giris
Hala hesabınız yok mu? Hemen açabilirsiniz. Kayıtlı bir kullanıcı olarak tema yönetici, yorum ayarları ve isminizle yorum gönderme gibi avantajlara sahip olacaksınız.
Yaptığım hesaplamalar ve planlamalara göre (sanki çok matah planlar yapıyor sanacak insanlar beni ) seyahatin en kısa rotalarından biri olacaktı bu. 2 günlük öğretmenevi rahatlığından sonra, kısa yol bahanesiyle kampa da zaman ayıracaktık sonunda.
Sabah kahvaltısında uğranacak yerleri kesinleştirdikten sonra hazırlanıp yola çıktık.
Perge’ye gitmek üzereydik ki, Düden Şelalesi’nin yakında olduğunu gösteren bir tabelayla karşılaştık. İlk Düden’i görmeliydik. Gördüğümüz kadarıyla iyi düdüyordu.
Ördek ve kazları da çektik.
Bu, bana Nils ve Uçan Kaz’daki kazı hatırlattı. Onun boynunda ip vardı sanırım. Biraz net olsaymış iyi olurmuş ya neyse.
1 sn. pozlamayla ancak böyle oluyor, ötesi fazla pozlama.
Sonrasında Perge’ye doğru yöneldik. Perge, Efes kadar olmasa da gezmesi uzun süren bir yermiş. Çok fazla zamanımız olmadığından içeri girmedik, dışarıda bulunan stadyumu gezdik.
Ben yukarıya çıktım, girmediğimiz yerleri çektim.
Amfitiyatro kapalı olduğu için dışarıdan fotoğraflayabildik ancak.
Bu arada sıcağın altında elimizde kasklar ve depo çantalarıyla gezmek pek zevkli olmadı. Onu da belirteyim.
Dondurma ve suyla serinleyip Perge’den ayrıldık.
Sonraki durağımız Aspendos oldu. DE’nin de benim kadar tarihi yerlere ilgisi ve benim kadar foto çekmesi iyi oldu. Aksi takdirde, bayağı sıkılabilirdi. Aspendos’un sadece tiyatrodan ibaret olduğunu düşünürken burası da bir şehir çıktı. Diğer bir adı da Belkıs’mış. (Belkız, Balkız ???)
Önce tiyatronun incelenmesi.
Aha o da kim?
Önce sola,
sonra sağa bakıyoruz.
Biraz detay
“Bilader zaten kışlık montlayım, çekeceksen çek, adamı hasta etme!”
Çekeni de çekerler.
Tiyatrodan sonra girişteki amcalar halimize acıyıp eşyaları kenara koyabileceğimizi söylediler. Gerçi biz de akıl etmiştik onu da hırlısı var hırsızı var deyip...neyse bırakıp öyle devam ettik yürümeye.
Bir kemer altından geçilerek insanlar tarafından kullanılan yol. Kanalizasyonu da eksik değil! Alooo büyükşehir belediye çalışanlarııııı!!!
Şehrin farklı amaçlarla kullanılmış olan yapıları
Gezdikten sonra 1.5 lt suyu bölüşüp yolumuza giriştik yeniden (ne azim be!) bugünlük son gezeceğimiz yer olan Side’ye gittik.
Harika bir kemerin altından geçerek
park yeri bakındık. Bizi otoparka davet ettiler ve motor başına otomobil gibi 3’er YTL aldılar! Ben bir miktar sinirlendim bu işe ama en azından tüm eşyalarımızı güvenle bırakabilecek bir yerdi. Önce bir denizi görelim dedik. Öyle ya, kaç saattir deniz kenarından seyrediyorduk ama denizi görememiştik. Tiyatronun yanından çarşıya girdik ve denize ulaştık.
Sabah kahvaltısından beri bir şey yemediğimizden dolayı bir dürümcüye daldık. Ben de fazla da(ğı)lmışım sanırım.
Enerjimizi biraz toparladıktan sonra önce motosiklet girişinden
Tiyatronun çevresini dolaştık, görülebilecek yerleri fotoğrafladık.
Sonra sıra tiyatroya geldi.
Tiyatro çıkışında, 2 turist bayanın 5 YTL giriş ücreti olan tiyatroya ellerini kollarını sallayarak girmesi üzerine gişedeki canavarın “madam, madam” “eheloy, money” nidalarıyla gişesinden çıkarak para istemesine “cık cık cık” demekle yetindik. “Amca sadece bilet kesse, kapıda ise bu tür durumlar için yabancı dil bilen genç, karizmatik birisi olsa çok daha iyi olmaz mıydı” diye de düşünmüş olabiliriz.
Side’den ayrıldıktan sonra Alanya’ya devam ettik. Alanya’ya yaklaşırken karşılaştığımız virajlar inanılmaz zevkliydi. Son 3 gündür 80 km/h’yi aşmadığımızdan biraz sinir vardı içimde, harika açılı uzun ve güzel asfaltlı virajlarda az da olsa 120 km/h’yi görmek keyiflendirdi beni.
Alanya’dan 20 km ilerideki Demirtaş mevkiinde bulunan Sedre Camping’e girip çadırlarımızı kurduk. Artık denize girebilirdik.
Kamptan detaylar
Hemen hazırlanıp denize yaklaştık. Ama o da ne? Uzaktan kumsal gibi görünen deniz kenarı kaya değil miymiş? Allahtan iskele vardı, oraya gittik, bir baktık deniz leş gibi. Eh dedim ben söz verdim kendime 1 gün de olsa denize gireceğim. Tekrar kıyıya dönüp oradan girdik. Ancak 2 dakikada tiksindim bu pis denizden. O kadar dalga bu kadar pislik getirmiş hayret.
Deniz sonrası duşumuzu yaptıktan sonra ufak tefek demlenmeye giriştik. Kalamar tanıdığımız görüntü ve tattan uzak da olsa patates kızartması ile biraya iyi meze oldu.
Gece atıştıran yağmur ve dalgaların kıyıya vuran sesiyle güzel bir uyku çektik o gece. _________________ Harun Yalçındağ
1-1-1-4-1-?
Yamaha XT660R (Satıldı)
Yahu Harun'cugum ne kadar da guzel gezmissiniz ve de raporlamissin. Cok tesekkurler.
Masa basinda tatile cikmis gibi oldum bir an ama raporun bitince kendime geldim... _________________ Sevgiler.
V.Ahmet PINAR - IST. & Geyikli
Turkiye durmaksizin doguya giden bir gemidir, bazilari bu geminin guvertesinde batiya dogru kosarak batiya gittiklerini sanarlar (Filozof Sakallı Celal).
Ahmet Abi çok teşekkürler, yazı ve fotoları toparlayıp hemen baskıya geçmeye çalışıyorum
4. Gün Alanya – Beyşehir Yolu 250 km
Tüm gece beynimde vuran dalgaların sesini hissettiğimden olsa gerek sabah 6-6.30 itibariyle kalktık son 2 gündür yaptığımız gibi.
Birkaç kare aldık sahilden.
Geceki plana göre Alanya Kalesi ve Damlataş Mağarası’nı eşyaları yüklemeden gezmeyi bir kez daha düşündük. Ancak iki iş olmasın diye yüklenip Alanya’ya hareket ettik.
Kaleye virajlı ve rampadan çıkılıyor haliyle.
Kaleden inerken bir kaç detay aldık.
Kaleye çıktığımız yoldan değil de farklı bir yoldan inerek Damlataş Mağarası’nın yanına geldik. Buradaki büfede kahvaltımızı yapıp (sadece kaşar var tostun içinde malzeme, bir de yanında Nescafe Classic – Gold’unu tercih ederdim) mağarayı yolumuzun uzun olabileceğini düşündüğümüzden es geçtik.
Niyetimiz (aslında benim niyetim – Alanya ile Demirtaş arasındaki yoldan Taşkent’e ulaşmak, buradan Hadim, Bozkır yolundan Beyşehir’e intikal etmekti) DE ile Manavgat yolundan mı çıksak sorunsalı içinde boğuşurken, Taşkent yolunu o da onayladı. 3-4 kişiye sormamıza rağmen kimse işimize yarayacak bir cevap veremedi.
Bir benzincide eski Hondacılar’dan, adının Mehmet Yalçınkaya olduğunu öğrendiğimiz bir abiyle konuştuk. Ondan, Alanya – Hadim arasında araç çalıştığını, bir sorun olmadığını öğrendik.
Alanya’yı biraz geçtikten sonra girdiğimiz sapaktan sonra Taşkent’in 90 km olduğunu gösteren tabelayı gördük. Bir tarafı uçurum olan yola girmiş olduk böylece.
Yükseklik gitgide artıyordu, ancak dolu ya da boş dere yataklarından da geçtik,
Akan ve akmayan şelalelerden de,
Asfalt demeye bin şahit isteyen yollardan da,
Acaba en yüksek yer neresi diye sorarken,
Bir ara bir tarafa Hadim, diğer tarafa Konya yolunu gösteren bir yol ayrımına geldik. Hadim yazan yol taş, çakıl ve mıcırdan ibaret olduğu için ben yola girip, birini bulup gideceğimiz yolu sormaya karar verdim. Yola girdik ama 1 km kadar gitmeme rağmen kimseyi göremedim. Hafif bir rampada geri dönmeye çalışırken motoru sol tarafına yatırdım. Hemen kontağı kapadım. NŞA seleye sırtımı verip kaldırmam an meselesiydi. Ancak motor yolun kenarındaki hendeğe doğru kaymaya başlayınca işimin zor olduğunu anladım. Yol tarafına da ittiremiyordum, yan çantalardan arkadaki tutma kısmına da ulaşamıyordum. DE de gelemez diye düşündüm (cep teli aklıma gelmedi) Bir an yaradana sığınıp gidona yüklendim ve koparmada, ee bir çekişte motoru kaldırmayı başardım. Bir miktar benzin aktı ama en azından motor ayaktaydı. Bindim, marşa bastım çalışmadı, rampa aşağı olduğumdan vurdurmayı denedim biraz çalışır gibi oldu, yine kapattı. O esnada beni merak eden DE gelmişti, beraber inmeye başladık, ama ben yine çalıştıramıyordum motoru, sebebini anlamak uzun sürmedi. Kontağı çevirmemişim. Yol ayrımına tekrar geldiğimizde, yolun başında sorduğumuz kişilerin sürekli Konya yolunu takip etmemizi söylediğini hatırladım ve o yoldan devam ettik ve bir süre sonra Taşkent’e vardık.
90 km’lik Taşkent yolunu, gerek bol virajlı, kötü malzemeli yolları aşarak gerek foto çekerek, ama herkesin görmek isteyeceği inanılmaz manzaraları seyrederek 4 saate yakın sürede aldık.
Hemen ilk restoranın önüne çektik.
Ben kuru ve pilav istedim. DE şundan yedi.
Kurunun malzemesi bol, yemekler lezzetliydi.
Karnımızı doyurduktan sonra, yine bol virajlı, ama daha geniş ve asfaltı daha kaliteli yollardan Bozkır’a yol almaya başladık.
Bu arada Bozkır’dan sonra, alternatif yollarımızdan olan batıya giderek Cevizli yolundan Beyşehir’e ulaşma yolunu iptal etmek zorunda kaldık. Seydişehir üzerinden ulaşacaktık hedefimize.
Trafik bir ara durdu. Biz bile durduk.
Seydişehir’in en bilinen yeri.
Beyşehir’e ulaştığımızda, bir çay bahçesinde kendimizi 2’şer çayla ödüllendirdik. Bugünkü hedefimize, DE’nin bir zamanlar yaşadığı şehrine gelmiştik hava kararmadan.
Şehir merkezine 5-6 km uzaklıktaki Ada Camping’e giderek çadırlarımızı kurduk. Gölün akşam manzarası için geç kalmıştık ama. Güneş batmıştı.
Bir zamanlar göl sularının olduğu, doldurma alandaki çadırlarımızı dışarda bırakarak içeri yemeğe girdik. 2-3 meze sonrası beklediğimiz, gölün meşhur balığı sazana giriştik. Çok yorgun değildim, çok aç da değildim, ama bu büyük balığın bugüne kadar yediğim en lezzetli balıklardan biri olduğunu söyleyebilirim.
Yemek ve biraz sohbetten sora yatmaya karar verdik. Yatmadan önceki hatıra fotosu.
Rutin olmaya başladığı üzere yine 6-6.30 arası bir saatte uyandık.
Bu sefer eşyalara dokunmadan, sadece foto makinelerini alarak şehir merkezine gittik.
Gölden alınan suların geçtiği, Almanlar tarafından inşa edilmiş olan Regülatör’ü gördük,
Şehir içinde daha eski minaresi yıkılmadan bırakılmış bir cami,
Görülmeden geçilmemesi gereken Eşrefoğlu Camii,
Tepeye çıkarak şehri yukarıdan da çektik,
Sonra DE’nin bir zamanlar yaşamış olduğu Üzümlü kasabasına gittik, DE ortaokul yıllarındaki bir sınıf arkadaşını sordu bir ilkokulun önündeki çocuklara. Tüm çocuklar adres tarif etmeye hevesli, biri “bizim ev” diyor, sorduğumuz kişi çocuğun babası.
Gidip kapıyı çalıyoruz, aradan bayağı bir zaman geçmiş, DE kendini tanıtıyor, hoşgeldin beş gittin muhabbetiyle kendimizi evde ve yer sofrasının önünde bulduk bir anda.
Çok tavsiye ettikleri “Kuzu Göbeği” hakikaten çok lezzetli bir yemek.
Bir müddet sohbet ettikten sonra kalktık, DE’nin arkadaşı Özgür bizi kendi silah fabrikalarına götürdü. Tamamı ihraç edilen, değişik tip ve ebatlarda av tüfeğinin imal edildiği bir atölye.
Silahları sevmeme rağmen hiçbir canlıyı öldüremem, şunlara bakın bir...
Her şey için teşekkür edip, Eğirdir’e ulaşmak için Beyşehir Gölü’nün batısındaki yola girdik. Geçtiğimiz bir köyden detay.
Yine harika manzaralar. Her şey var, yeşil, mavi, göl, ada, dağ, kar!
Mutlaka görülmesi gereken Kubadabad Sarayı’na enduronun girmesi gereken bir yoldan ulaştık. Zira Yol toprak ve çakıldan ibaret. DE yaradana sığınıp, tozu dumana katarak geldi peşimden. Gördüğümüz manzara şu oldu.
Gerisin geriye, taşları fırlatarak, tozu dumana katarak döndük normal yolumuza. Eğirdir’e Gelendost üzerinden, yani ilk gidişimizde geçtiğimiz yoldan ulaştık. Yaklaşık 90 km’lik bu yol, bu seyahatte 2. kez üzerinden geçtiğim tek yer oldu.
Eğirdir’e yine harika manzaralarla yaklaşırken başlayan saman nezlem bile bizi yolumuzdan alıkoyamadı. Altınkum Camping’e ulaştık, adamlar diğer kaldığımız 2 yerde 10 YTL olan çadır kirası için burada 20 YTL isteyince, “höt lan!” dedik, 10 YTL’ye razı oldular.
Burun akması ve hapşırmalar eşliğinde kurdum çadırımı DE ile birlikte,
sonra bir göl keyfi yapalım dedik. Sonunda makinenin su altı kılıfı bir işe yarayacaktı ama daha suya giremeden pil bitti. Ben böyle şanssızlığı...1-2 kare çekebildim anca.
Göl suyu fena değildi, ama dışarısı serin esiyordu, biraz yüzüp çıktık.
200-250 m ötedeki kebapçıya gidip Burdur Köfte istedik, yanında da şekerli peynirli pide! Çok lezzetliydi ama...
Yemek sonrasında göl kenarında 1’er bira eşliğinde yapılan gece çekimi.
23’ü geçe çadırda kalan 6-7 gencin dinlediği müzik ve yan taraftaki rakı masasının küfürlü konuşmaları arasında uykuya daldık. _________________ Harun Yalçındağ
1-1-1-4-1-?
Yamaha XT660R (Satıldı)
Kayıt: Mar 03, 2004 Mesajlar: 328 Nerden: İSTANBUL
Tarih: Çrş Hzr 13, 2007 10:26 am Mesaj konusu:
Tadından yenmeyecek bir gezi olmuş.
Resim ve raporu okurken bitmesini hiç istemedim .
Bu gezi bu sene ki programımda var . Daha az yorgunlukla atlatmak için motoru trene koyup , Ispartaya inmeyi ve sonrasında da Göller bölgesini , oradan sonra da tüm Akdenizi boydan boya geçip , Mersinde sonlamayı planladım .
Ancak , TCDD nin verdiği bilgide trende furgon vagonu olmadığı için geziyi tersten başlatıp yani trenle Kayseriye gelip , Niğde-Pozantı - Tarsus üzerinden sahile inilecek ve batıya doğru yola geze geze devam edilecek.
En ürküten tarafı Torosları geçen sahil yolu üzerinde yeterli sayıda benzin istasyonunun olup olmadığı yönünde. O bölgeden geçen otobüs firmalarına danışacağım .
Bu gezinin tarihi Ağustos sonu . Bakalım kısmet olacak mı .
Siz iyi bir gezi yapmışsınız .
Sanırım resimleriniz bu kadar değildir .
Gece muhtelif seslerden dolayı birkaç kez uyandım, ancak kendimi zorlayıp 7.30’a kadar uyuyabildim. Güzel bir sabah! Göl pırıl pırıl,
neşeyle çay/kahve içebileceğimiz bir yer aradık, maalesef yok o saatte, meyve suyuyla çok taze olmayan poğaça tarzı bir şeyler yedik, çadırları, eşyaları motorlara yükledik. İlk hedefimiz Isparta.
Şehrin içine bir yerden girdik, merkez olduğunu belirten bir yer göremedik, birine sorduk oranın en önemli yerlerini, Gökçay (?) denilen bir mesire yeri varmış, oraya gittik, Türk devletlerini simgeleyen bir anıta rastladık.
Bu arada 1-3 Haziran arası Gül Festivali olduğunu biliyorduk, gittiğimiz yerde yapılıyormuş, ancak gündüz herhangi bir aktivite yoktu, mesire yerinin yukarıdan fotosu.
Dönüşte, kenarları güllerle donatılmış bir kanalın yanından geçtik. Kanalın üzerine harika yapılar inşa etmişler. Bir tane tekne şeklinde restoran vardı, fotosunu çekemedim ama şöyle bir restoranı kaçırmadım.
Birkaç gül detayı.
Birinden Ayazma diye meşhur bir yer olduğunu öğrendik, burada şifalı olduğu belirtilen sulardan içtik. Orada, başka birinden Isparta dışında Gölcük adlı bir milli park olduğunu öğrendik. 8-9 km kadar yol yaparak harika bir yere geldik. Burası bir krater gölüymüş, etrafından dolanan yoldan geçtik, piknik yapan insanları gördük. Şu an için kamp hizmeti yok ama bence ileride de olmasın, gördüğümüz yerler gerçekten çok insanın görmesini, kirletmesini istemediğimiz yerlerdi.
Dönüşte kokuları havaya yayılan gül bahçelerinden geçtik. Ben fotoları çekerken,
DE de durduğu yerde motoru devirmişti yolun eğimli yan tarafına. Hemen yardım ettim, beraber kaldırdık makineyi. Ayna konumunun bozulması dışında bir sorun yoktu.
Yine şehir içinden geçerek Afyon’a doğru hareket ettik.
Bir benzincide durarak, şehir içinde çok daha iyisinin yapıldığını duyduğumuz tandırdan istedik. Çok lezzetliydi, acıkmıştık bayağı.
Yemekten sonraki yol, gerek yemeğin ağırlığından, gerekse yolun dümdüz ve manzarasız oluşundan pek zevkli geçmedi. Gözlerimizin ağırlaşmaya başladığı bir yerde bir benzinciye girip dinlendik ve biyodizel üzerine bilgi aldık arkadaşlardan.
Biraz daha dinç bir şekilde ayrıldık oradan. Kütahya’ya 10 km mesafede Aizanoi tabelasını gördüm. Buranın Türkiye’deki en sağlam kalmış tapınaklardan birine sahip olduğunu duymuştum. DE’ye izah ettim, kabul etti, sapaktan içeri sokulduk, ancak Çavdarhisar 47 km tabelasını görünce ve ören yerinin Çavdarhisar’da olduğunu anımsayınca üzülerek Kütahya’ya gitmek zorunda kaldık.
Şehir merkezine ulaşmak için yine bir dolu binayı atlatmak zorunda kaldık, en sonunda öğretmenevini bulduk. Ama yer yoktu! Çekirge misali 3.sünde yer bulamadık önceden ayırtmadığımız için. Karşısındaki 3 yıldızlı otele yönlendirildik. Pazarlık yapamadan fiyatı kabul edip odalara yerleştik.
Makineleri almadan elimizi kolumuzu sallayarak çıktık otelden, şehri yürüyerek gezdik.
Eski binalar.
Uzun yıllar Kütahya’da yaşamış bir Macar’a ait ev. Müze haline getirilmiş.
Kütahya şehir merkezini çok beğendim. Trafiğin olmadığı ve kalabalık bir çarşısı vardı.
Bu kadar geçtiğimiz şehirde doğru dürüst motor görmemişken bir ER-5 çarptı gözümüze üzerinde yüküyle. Önünde bulunduğu kafeye girdiğimizde İstanbul’dan yola çıkmış 2 arkadaşla karşılaştık. Hemen kaynaştık Mustafa ve Metin’le. Çadır, uyku tulumu dahil tüm eşyalarıyla 2 kişi yol yapıyorlarmış. Cumartesi öğleden sonra çıktıkları için ilk gün Kütahya’da kalmaya karar vermişler. Olmpos'a gidiyorlarmış. Motor muhabbeti ve kahveden sonra onlardan ayrılıp otelin yolunu tuttuk. Otel penceresinden son bir kare çekip uykuya daldım.
sevgili Harun seninle en son sapanca kartepede çamurlara bulandığımız günden beri bir daha görüşemedik seni epeyce merak etmiştim.şimdi sağ salim gördüm memnun oldum.hemde benim memleketim izmire yerleşmişsin.artık izmire geldiğimde umarım görüşürüz.selam ve saygılar.
Sabah 7.30 gibi kalkıp 8’de kahvaltıya indik, otelden ayrılıyorken saat 9.30’u bulmuştu.
Şehrin içinden yol ayrımına geldik ve vedalaştık DE ile. Ayrıldıktan sonra sabah yaptığım kontrolde bayağı az görünen motor yağımı tamamlamak için bir benzinciye girdim, 20-40 yağın üzerine farklı marka 10-40 yağ ekleyerek (mecburen) yola devam ettim, gece planını yaptığım Çavdarhisar yoluna saptım. Yolda kısmen çalışmalar vardı ve pembe renkli bir toprak yoldan geçerek Aizanoi antik şehrine vardım.
Gün içindeki tüm fotolar buradan.
Tiyatro ve stadyum yanyana
4 adedinden 2'si günümüze kalmış köprü
Dünyanın en eski borsa binasını gezmeye başlamadan önce Pegaso’lu bir arkadaş durdu, Süleyman’mış adı, birkaç arkadaşıyla yakın yerlere turlar yapıyorlarmış, beni çay içmeye davet etti ama ben yolumun uzun olduğunu belirtip özür diledim, ayrıldık.
Amacım sadece İzmir’den geldiğim yolu fazla kullanmamaktı. Çavdarhisar’dan Simav yönüne devam ettim. Simav’a kadar yol genelde düz, asfaltlı, yer yer virajlı fena olmayan bir yoldu. Yol üzerinde karşı yönden gelen bir dolu motorcuyla selamlaştık.
Simav’dan sonra Demirci yerine Sındırgı yönüne ilerlemeye karar verdim. Bir de baktım İzmir’e giderken Balıkesir’e yaklaşıyorum. Simav-Sındırgı yolu, bir tarafı uçurum, diğer tarafı dağ olan, bol bol kamyonun çalıştığı ancak iyi inşa tasarlanmış virajlarıyla motorcuyu memnun edecek bir yol. Ben çok memnun kaldım şahsen.
Sındırgı’ya vardığımda Balıkesir’e de 60 km gibi bir şey kalmıştı. Sıcak bastırıyordu iyice, Akhisar yönüne döndüm. Önceki yol beni bir miktar yormuştu, sıcaklıktan da “umarım iyi bir yoldur” diye düşündüğüm Akhisar yolunda biraz şaşırdım. Çam ormanının içinden geçen ve sürekli irtifası artan bir yol! O yolda da bayağı bir viraja yatarak Akhisar ayrımına geldim.
Ama kaşıntı başlamıştı bir kere. Girdim Kırkağaç yoluna. Bir benzincide birkaç motor gördüm, gittim yanlarına. İzmir’den grubu olmayan kendi hallerinde takılan motorcular, 1 adet Pan, 1 adet 1000 RR, 1 adet Fazer, 1 adet V-Strom, birkaç tane de markasını hatırlayamadığım motor. 70-80 km/h hızı aşmayacaklarını belirttiklerinden onlara katılmaya karar verdim.
İlk başlarda makul olan hızımız, sonradan sapıtmaya başladı, 100-110 km/h gitmeye başladık. Bergama yol ayrımından itibaren ise, gerek radar ihtimali gerekse rüzgar muhalefeti nedeniyle hızımı normale düşürerek mecburen onlardan ayrıldım.
Foça’daki yazlığa uğradım. Sabah kahvaltısından beri sadece bir adet çikolata ve 2-3 lt su tüketmiş olduğumdan yemeklere yumuldum ve biraz dinlenme fırsatı buldum. 1.5 saat sonra İzmir’e dönmeye hazırdım. Son olarak atıma atladım ve evime ulaştım.
Toplam olarak 2.240 km yol katettim 7 günde. Ortalama 70-80 km/h hızla tüm yol boyunca 5 lt/100 km ortalama benzin harcadım. Aklıma gelecek şeyleri ilerde yazacağım, harita ise böyle, dededen kalma yöntemle oldu artık kusura bakmayın
Harun; bu nefis ve yol rehberi niteligi tasiyacak raporun/uz icin cok tesekkurler ve Eylem'e de sevgiler. _________________ Sevgiler.
V.Ahmet PINAR - IST. & Geyikli
Turkiye durmaksizin doguya giden bir gemidir, bazilari bu geminin guvertesinde batiya dogru kosarak batiya gittiklerini sanarlar (Filozof Sakallı Celal).
Bu forumda yeni konular açamazsınız Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız