Arama     Konular    
  Üye Ol antalya escort Ana Sayfa  ·  Konular  ·  Dosyalar  ·  Hesabınız  ·  Haber Gönder  ·  Top 10  ·  T.C Karayollari Haritasi  
Ana Menü
· Ana Sayfa
· 2. El Ilanlar
· Anketler
· Ansiklopedi
· Arkadaşına Tavsiye Et
· Arşiv
· Bize Ulaşın
· Dosyalar
· Faydalı İçerik
· Forumlar
· GizlilikPolitikasi
· Haber Gönder
· Hakkimizda
· Harita
· Konu Başlıkları
· Oyun Alanı
· Top 10
· Videolar
· Web Links
· Üye Günlüğü
· Üye Listesi
· İzlenimler
· Özel Mesajlar

Kimler Sitede
Şu an sitede, 293 ziyaretçi ve 0 üye bulunuyor.

Kayıtlı değilsiniz. Buraya tıklayarak ücretsiz kayıt olabilirsiniz.

Giris
Nickname

Şifre

Guvenlik Kodu: Guvenlik Kodu
Guvenlik Kodunu Yeniden Yaziniz

Hala hesabınız yok mu? Hemen açabilirsiniz. Kayıtlı bir kullanıcı olarak tema yönetici, yorum ayarları ve isminizle yorum gönderme gibi avantajlara sahip olacaksınız.

Dost Siteler
www.webevi.com www.lamaorda.com www.saglikbilgisi.com www.bilgisayarbulteni.com www.thelostdownload.com www.ucretbordrosu.com


Ikiteker Motosiklet Fan Klubu - Motosiklet ve motosikletli yasam kulturu: Forums

Ikiteker Motosiklet Grubu Web Sitesi :: Başlık Görüntüleniyor - MERSİN-ÖZBEKİSTAN-MERSİN (I+II+III+IV ve SON bölüm)
 YardımYardım   AramaArama   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

MERSİN-ÖZBEKİSTAN-MERSİN (I+II+III+IV ve SON bölüm)
Sayfa 1, 2, 3  Sonraki
 
Yeni Başlık Gönder   Cevap Gönder    Ikiteker Motosiklet Grubu Web Sitesi Forum Ana Sayfası -> Geziler/Toplantilar
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
spartakus
Katilimci Uye
Katilimci Uye


Kayıt: Sep 11, 2005
Mesajlar: 70

MesajTarih: Cmt Ağu 26, 2006 6:41 pm    Mesaj konusu: MERSİN-ÖZBEKİSTAN-MERSİN (I+II+III+IV ve SON bölüm) Alıntıyla Cevap Ver


Orta Asya turunu tamamlayıp döndük (resimleri tıklayarak büyütebilirsiniz)

Hedef: ÖZBEKİSTAN.

Gidiş: Türkiye, İran, Azarbaycan, gemiyle Türkmenistan, Özbekistan. Dönüş: Türkmenistan (Türkmenistan'ın güney kesimi) İran (İranın kuzey kesimi) ve Türkiye şeklinde oldu. Katedilen toplam mesafe 10.900 kilometreydi ve 28 gün sürdü. İki büyük çöl (Karakum ve Kızılkum) geçildi. Ne motor, ne de biz sağlık sorunu yaşamadık.

Gezi yazılarımı ileride basılı bir eser haline dönüştürmeyi düşünüyorum ve her gezi dönüşü sıcağı sıcağına tüm detayları hissedilişleriyle birlikte kaleme alıyorum. Yeni bir metin oluşturmamak için mevcuttan kopyala-yapıştır yöntemini kullanmam, sitelere koyduğum gezi yazılarının (her ne kadar orjinaline göre kısaltsam da) bol metinli olmasına neden oluyor. "Metin uzun olmuş" diyecek arkadaşların bilmesini istedim.

GENEL: Özbek fikri nasıl oluştu?
Avrupada geçen yaklaşık 20 yıllık dönemim esnasında bir çok ülkeye gitme ve görme olanağım oldu. Bir öğrencinin alabileceği mütevazi bir Honda CBF 400, Almanyanın içini ve diğer ülkeleri dolaşmaya o zamanın şartlarında yetiyordu. Bu turlar esnasında çok şey gördüm, öğrendim. Motorla dünya turu (RTW) fikri bende o zamandan kalmadır.

Geçen yıl motorla yine yollardaydım ve güney Avrupayı bastan başa dolaşmıştım. Dünya turu için henüz zamanım müsait değil ama gezme tutkusu bir insana enjekte edilmişse durulmuyor.

North Cap hariç, Avrupada beni çeken fazla bir yer hemen hemen yok gibi. Avrupa turu dönüşü bir Orta Asya gezisi yapılabilir diye düşünmeye başlamıştım. Hatta Moğolistanı hedef seçmiş ve bir Alman arkadaşla planlar yapmaya başlamıştık. Ancak o, 2005 sonbaharında başka bir firmaya transfer oldu ve yeni işi de oldukça yoğun. 2006 martında planlanmakta olan geziye –maalesef- katılamayacağını söylediğinde herzaman olduğu gibi, bu yıl da yine yalnız kaldım.

Tecrübelerle sabittir, tek başına yolculuğun bir çok avantajı var ama Mogolistanda yol yolak yok. Olmayan yollarda insanın yanında ikinci bir motorlunun olmasının avantajı, halin halinde daha fazla olacaktır. Orta Asya fikrine bağlı kalararak haritaya bakıp son hedef Özbekistan olabilir diyordum. Aslında Moğola yapmayı düşündüğüm gezinin Özbekistan’da kalması, turun çapının küçülmesi beni içten içe rahatsız ediyordu. Fakat başka çözüm yolu da görünmüyordu. İpek yolunu takip ederek oraya kadar eşimle gidebilirdim. Ana hatta kalmak kaydıyla, sıcak hariç, kolay bir yol olabilirdi ve eşim de gelmeye razıydı.

Gezinin başlangıçtaki düşünce aşamaları bunlardı ve sonunda karar verilmişti. Karar verildikten sonrası hamallık. Motorun hazırlanması, bürokrasinin tamamlanması ve sair detay işler. Örneğin vücutların hazırlanması. Bu yoğun spor ve zaman anlamına geliyor, ki ileri safhalarda zamanımızı mesai çıkışından itibaren spora ayırdık. Böyle bir trip için vücudun “lastik top” gibi olması şart. Bizim daha 4-5 ay vaktimiz var tüm bunlar için.

HorizonsUnlimited de zaman zaman okuduğum gezi raporlarında Özbekistan’dan gördüğüm resimler bir hayli ilgimi çekiyordu. Hele bir de şehirlerin ismi Buhara, Samarkant ve Taşkent olursa işin cazibesi daha da artıyordu. Buhara, Samarkant, Taşkent ortaokuldan beri adını şöyle veya böyle duyduğumuz merkezlerdi. Özbekistan hedefi kafamda kristallenmeye başladıktan sonra her gördüğüm yerde resimleri, belgeselleri dikkatle izlemiş, oralara ilişkin birtakım bilgileri toparlamıştım. İnternetten bulabildiğim bütün bilgi ve haritaları değerlendiriyordum. Bu yol bir Dakarla yapılabilirdi. Zaman açısından tek seçeneğim sınavlardan dolayı 2006 temmuzdu.

Önümüzdeki aylar içerisinde hazırlıkları tamamladım. Henüz bir yaşında olan ve güney Avrupa turunu yaptığım düz F650 GS’i verip bir Dakar alarak işe başladım. İki kişi, tam yüklü ve en azından yer yer bozuk olması muhtemel yollar nedeniyle uzun bacaklı Dakar daha mantıklıydı. Nitekim hemen söyleyeyim ziyadesiyle isabetli bir karar olmuş. Donanım konusunda büyük bir eksiğim yoktur; 30 yılın üzerinde bir süredir motora binen birinde birçok şey fazlasıyla bulunuyor. Tek noksanım bir turing camıydı. Bu F650 GS’lerin orjinal camlarının hangi derde deva olduğunu henüz çözemedim. Belkide estetiğin bir cilvesidir. Veyahutta bir fonksiyonunun olduğunu ben henüz tespit edemedim. Dakarın camı biraz daha uzun ama o da bir işe yaramıyor. Wunderlich’de bulduğum cam problemi çözdü. Orjinal egzosları söktürüp yerine düz egzos taktırdım. Bu sayede katalizör, kurşunlu benzin kullandığımda sağlam kalacaktı ve dönüşte yeniden orjinal egsozları takabilecektim. GPS’e de bir dünya haritası yüklettim. Yakıt filtresi, buji, zincir seti, hava/yağ filtreleri, yedek ampuller ve değişik civata, pul, rondele ve anahtar takımlarından oluşan ve bir sobacıya 5 ytl ye yaptırıp bu parçaları içine koyduğum takım sandığını sağ trafa, sökülen egzosun yerine monte ettim. Soldaki katalizörün yerine uyduruk egzosu yerleştirmiştim zaten. Motorla ilgili tüm hazırlık bunlardan ibaretti. Tamamı bir iki günde bitecek işler. Yağı değiştirip yola çıkacaktım. Benim hesabıma göre yaklaşık 10-11 bin km olacak ki, bir yağ değişimlik yol.

Sıcak yerlere gideceğimiz için giyim konusunda pek fazla sıkıntımız olmayacak (diye düşündük). Yan çantalarda, motorun bir kısım parçaları için ayırdığım yerin haricinde kalan hacım, eşyalarımız için fazla bile oldu. Zaten yeteri kadar iç çamaşırı, üçer pantolon, 4er T-shirt, ikişer çift ayakkabı, iki havlu ve kültür çantası. Hepsi bu. Sosisi bile tepeleme doldurmadık.

Eşimle birlikte olmamıza rağmen yine de Türkiyeden birileri eşlik edebilir mi acaba diyerekten nisan başında İkiteker ve Endurocu da birer başlık açmıştım. Katılacak kimse çıkmadı ama akıl vermeye kakışanlar vardı. HorizonsUnlimited’ten bir Fransızla yazıştık ve buluşabilirsek onunla buluşacaktık. Haziran ayında Ankaradaki BMW servisinde tanıştığım İsviçreli bir çift (Khim ve Cecilia), Özbek üzerinden Moğola gidiyormuş (biraz önce sms geldi, moğolda Ulaan Batura doğru ilerliyorlarmış. 91 oktan benzin konusunda problem yok ama yollar tamamen dirt! Kamyon izinden gidiyorlarmış). Epeyce bir sohbet ettik. Karı-koca bilgisayar mühendisleri ve evlerini satmışlar; bu seyahati o parayla finanse ediyorlarmış. İki döküntü 89 model R100GS’le yoldalar. Anladığım kadarıyla Khim’in elinden iş geliyor; elektronikten kaçınıyorlar. Motorlar bu nedenle tercih edilmiş. Fas üzerinden kuzey Afrika yapıp Suriye’den Türkiye’ye girmişler. Ben İran üzerinden Baku’ya gideceğim, onlar Gürcistan üzerinden (Iran vizesi müslüman olmayan ülkelerin vatandaşlarına kolay verilmiyor). Baku’da buluşmayı ve birlikte devam etmeyi planladık. Ama içimdeki his bana olumlu şeyler söylemiyor. Bunların alabildiğine vakti var, benimkisi sınırlı ve seri olmak zorundayım. Bunu da söylüyorum. “Buluştuğumuz yerde birer bira içeriz” deyip ayrılıyoruz. Cecilia daha cana yakın. Schwiezerisch konuşuyorlar. Yaşları 45-48 civarında. İleride birbirimize sürekli SMS göndereceğiz.

Seyahatler öncesi fazla heyecanlanmam ama bu Asya’ya ilk milli oluşum ve heyecanın yanı sıra biraz da tedirginlik var. Kiminle konuşsam “sen delimisin” diyor. Bu lafa alışkın olmama rağmen son zamanlarda o kadar sık duydum ki. Yavaş yavaş ben de kendimden şüphelenmeye başladım. Hani, acaba ???
TÜRKİYE
Sonunda 27 haziran 2006 oluyor. Bu bizim Mersin’den ayrılma tarihimiz. Hacettepe Üniversitesinde düzenlenen ve 28 haziranda başlayan sempozyuma katılıp, oradan esas yola başlayacağız. 27’si sabahı motoru yükleyip Ankaraya yola çıkıyoruz.

Evin önünden start / Hasan Dağının önünde poz vermeden olmaz.

Sakin gidiyoruz. Birincisi her yerde radar var yakalanıp moralimin bozulmasını istemiyorum; ikincisi, disiplin. Baştan itibaren kontrolü kaybetmeksizin, acele etmeden hedefe ulaşmak ve dönmek. Bir başka neden de yüklü ve artçıyla motorun davranışlarına kendimi adapte etmem, bu davranışları tanımam ve alışmam gerekiyor. Sonuçta aynı işlemler artçı için de gerekli. Problemsiz Pozantı’ya kadar gelip orada her zaman uğradığım Tünel Restoranda sabah kahvaltımızı yapıyoruz. Yer yer durup çay içerek Ankara’ya ulaşıyoruz. Beytepe kampüsünde misafirhaneye yerleşiyoruz ve dört gün buradayız. İki gün de ODTÜ deki arkadaşım, dostum bırakmıyor orada kalıyoruz. Özbek vizemiz 15 temmuzda başlıyor. Bu nedenle fazla acle etmemize gerek yok.

2 temmuzda Ankara’dan çıkıyoruz. Hedef Erzurum ve 950 km nin üzerinde bir yol. Gücümüz yetecek mi derken Sivas il sınırına girdik bile. Bu arada tüm yol boyunca üşüyoruz. Hava serin. Zara’da soğuğa dayanamayıp iki polar kazak satın alıyoruz. Çöle gidiyoruz diye soğuk ve yağmuru hiç hesaba katmamıştık. Sivas’ı geçtikten sonra hava iyice bozdu. İçten giydiğimiz polar kazaklar bile tutmuyor. Gün ortası olmasına rağmen ısınamadık. Devam ettikçe bulutlar daha da aşağı iniyor. Korktuğumuz başımıza gelecek derken müthiş bir doluya yakalanıyoruz. Ama ne dolu; değdiği yeri morartıyor. Sığınacak bir yer de yok, çaresiz 50-60 km/h ile devam ediyoruz. Yol bozuk. Dolunun hemen arkasından deli yağan bir yağmur başlıyor ve yapacak hiç bir şey yok. İlk gelen petrole kadar devam ediyorum. Motoru sağlama aldıktan sonra sıra bize geliyor. Üzerimizdekiler tamamen ıslanmış durumda. Benzincideki restorana girdiğimizde kendin pişir kendin ye mangalındaki nefis korları görüyoruz. Üzerimizdekileri kurutmanın tek yolu bu büyük mangal. Polar kazaklar çabuk kuruyor ama pamuklulara laf anlatmak kolay değil, inatla kurumuyorlar. Eldivenler ha keza. Acıkmış olduğumuzdan kendimize burada bir ziyafet çekip hem giysilerin kuruması için zaman kazanıyor, hem de karnımızı doyurmuş oluyoruz.

İki saat sonra malzemelerimiz büyük ölçüde kurudu. Bu arada yağmur da durdu. Yola çıkıyoruz ama Refahiye’ye geldiğimizde yağmur yeniden başlıyor. Artık durmak mümkün değil, Erzurum’a ulaşmak durumundayız. Hem misafirhanede yerimiz ayırtılmış, hem de arkadaşlarımız bekliyor. Gideceğiz. Eşim gülüyor, macera istiyordun al sana macera diyor. Bu müthiş yağmur Erzurum’a kadar devam ediyor ve ancak Ilıca’da biraz hafifliyor. Fakat bizim üzerimizde kuru yerimiz kalmadığı gibi bir de donmak üzereyiz. Erzurum’a girerkenki gök kuşağı müthiş görünmesine rağmen durup, fotoğrafını çekmek zoruma gidiyor.


Bir an önce sıcak bir duşa kavuşmalıyım; hipotermiye girmek üzereyim, titremeler artıyor. Yağmurluk ve gore-teks malzeme almadan yola çıkmanın cezasını çekiyoruz (çölde de çekeceğiz) ve bu eza burayla sınırlı kalmıyor. Durumumuz ciddi ama biraz da eşimin ısrarıyla durup o görkemli gök kuşağının resmini yakalıyorum. Sonradan iyiki de durmuşum diyorum. Misafirhaneye geldiğimizde oradaki gençler tanıyorlar ve hemen eşyaları alıp odaya götürüyorlar. Sıcak duş ilaç gibi geliyor. Konuk evinde televizyonun karşısına uzandığımızda artık kendimizi rahatlamış hissediyoruz ama öyle yorgunuz ki. 14 saatte ve barbarca yol şartlarında Ankara-Erzurum katedilmiş durumda. Bence bu iron-butt dan daha kıymetli bir sertifika hakediyor ve bu mola kesinlikle hakkımız. O gece nefis bir uyku çekiyoruz.

Sabah kahvaltısından sonra Fakülteye gidiyoruz. Eski dostlarla birarada olamak keyifli. Hele hasta fenerli Emini kızdırmak herşeye değiyor. Fanatik demiyor, hasta diyorum, çünkü fanatik olmayan fenerli tanımak henüz kısmet olmadı. Benim bu sporla aslında alakam ve konuya ilişkin bilgim de yoktur ama Emin kolay kızar. Emin’i adamakıllı kızdıralım diye destek kuvvet olarak Nurullah ve Arif'i çağırdım. Dekanları da dahil bu saydıklarımın hepsi şimdi profesör oldular ve benim öğrencilerim. Onlarla tekrar birlikte olmak büyük mutluluk. Öğle yemeğinde Hacı Baba’nın cağ kebabı vardı. Akşam çiğköfteye davetliydik ve anılarla birlikte zamanı keyifli geçirdik.

Ertesi sabah erkenden yola çıkıp Tebriz'e varmayı hedefliyoruz. Aslında yol pek uzun sayılmaz. Erzurum-Tebriz sadece! 650 km civarında ama gümrüklerde ne kadar zaman kaybı olacağı konusunda bir firimiz yok. Dolayısıyla erken çıkacağız.

Erzurum’da içi kalın astarlı iki yağmurluk aldık. Erzincan-Erzurum arasında yediğimiz ayaz bizi ciddi anlamda uyardı. İyiki bu yağmurlukları almışız. Daha Erzurum'u çıkmadan giymek zorunda kaldık. Soğuktan ilerlemek mümkün değil. Erzurum'dan sınıra gideceğimiz mesafe yaklaşık 300 km. Ama Ağrı’dan sonrası bir felaket. “Düble” yolların yapımı devam ediyor ve hiç bir işaretlendirme olmadan çamurun içine düşüyorsunuz. Yağmur yağmamış olsa toprağa düşeceksiniz. “Servis yolu” diye ayırdıkları yere insan birazcık bakım yapar, hiç değilse greyderle üzerinden geçer. Yumruk büyüklüğü taş ve kayalardan atlıyorsunuz. Bu kepazeliğin adı da servis yolu. Yeni Yapılan asfaltın kaliteside ayrı... Daha bitmeden bozulan, sonuçta ziftin üzerine serilen çakıllı yol demek gerekiyor herhalde. Benim bildiğim “asfalt yol” daha farklı bir kavram. Ankara'dan çıktıktan sonra da epey bir bozuk ve kalitesiz yol var. Buraya kadarını kazasız belasız, motoru yatırmadan atlatmış olmamız bence büyük bir şans. Sonunda Doğubayazıt’a geliyoruz.

Ağrı dağı bir başka güzel./Türkiye sınırından çıkış.

Kırıcı bir yol da olsa Erzurum’dan Sabah erkenden çıkmış olmanın avantajıyla sınıra öğleyin yetişiyoruz. Soğuk buraya kadar devam etti. Tebriz'e kadar da devam edecek. Sınırdaki işler beklediğimden çok daha seri halloluyor. Genç bir polis bizi odasına oturtuyor, elimize birer çay tutuşturuyor ve pasaportlarla kendisi dolaşıyor. Ben bir ara harç pullarını alıp geliyorum o kadar. Demir parmaklıklı sınır kapısından geçerken gümrükçü hemşehrimiz çıkıyor ve İran tarafındaki polisi yanına çağırıp bizi ona emanet ediyor.

İRAN

İran tarafında da işlemler hemen tamamlanıyor ve çay molaları dahil toplam bir saat içinde iki gümrükten de çıkıyoruz. Hedefimiz önce Tebriz; burayı gezdikten sonra Astara üzerinden Baku’ya geçilecek. İran tarafında döviz bozmak isteyen tiplerden zor kurtuluyoruz. Yapışıyorlar. Neyse elli dolar bozdurup devam ediyoruz. Bazargan'ı geçip Maku’ya geldiğimizde benzin almamız gerekiyor. Dolan depo ve yedek bidonla birlikte ilk süprizi yaşıyoruz. Toplam tutar yaklaşık bir dolar! Daha ileride göreceğiz, İran'daki benzin bile pahalıymış... Bizdeki fiyat 2 dolar/litre ile utanmazlık sınırını çoktan aşmış.

İran yollarındaki asfalt kalitesi oldukça iyi. Rahat ilerliyoruz. Önce, radara yakalanırsak diye dikkatli gidiyorum ama kısa süre sonra motorlu turistlerin ciddi anlamda avantajları olduğunu, polisin diğer taşıtları durdururken bize geç demesi beni rahatlatıyor ve güzel yolu da bulunca 110-120 ile ilerliyorum. Maku'da süper benzin almıştım ve motor biraz vuruntulu çalışıyor. Daha sonra tespit edeceğim üzere süper benzinle vuruntulu çalışan motor, normal benzinle normalleşiyor. Bunun diğer büyük bir avantajı da süper benzin satan istasyon arama sıkıntısından kurtulmuş olmak. Çünkü, her benzin istasyonunda süper benzin bulamıyorsunuz. İran'ın iğrenç görünümlü Paykan’ları herhalde 50 oktan bulsalar onunla da yürürler. Henüz süper benzin alabilecek pek başka araba göremiyorum. Paykanların haricinde Fransızlar Avrupada tamamen ortadan kaybolmuş sayabileceğimiz Peugeuot 405leri İran’a adapte etmişler. Bizde de durum farklı değil şöyle bir düşünecek olursak. Lüks araba olarak yine peugeoeut orijinli Samand’ları ve 206’yı görmek mümkün. Motosiklet sitelerindeki gezi raporlarından tanıdığımız 125likler burada her tipiyle yaygın ve acayip kıvraklar. Ben toplam 400kg civarındaki motorla onların kıvraklığını mümkün değil yakalayamam. İddialı da değilim. Tebriz'e kadar bir takım yerleşim yerlerinin içinden geçiyoruz. Bizim Doğu Anadolu'dan büyük fark göremiyorum. Sadece hava biraz daha ısındı ve fazla üşümeden ilerliyoruz ama henüz sıcak değil. Tebriz'e yaklaştıkça sağ tarafımızda küçük tepeler ve dağlar görünmeye başlıyor, çıplaklar.



Yol güzel olunca sınırdan sonraki yaklaşık 300 km de çabuk bitiyor ve Tebriz'e geliyoruz. Bir taksi şöförüne otel soruyor ve Ghods otel denilen yere yerleşiyoruz. Burası 2 yıldız diye geçiyor ama öyle sayılabilecek yıldızla pek alakası yok. Tek cazibesi kilitli bir garajının mevcudiyeti ve kent merkezinde olması. 20 dolarlık otelden daha fazla beklemek zaten hayalperestlik. Odada buzdolabı, televizyon ve klima var. Yataklar eski ama temiz, duş, eh işte. Odaya yerleşip, duşumuzu alıp, üstümüzü değiştikten sonra açlıktan inleyen karnımızın susturulması gerekiyor. Resepsiyondaki genç adam mükemmel bir türkçeyle, burada türk usulü yemek bulamayacağımızı ama istersek otelden fazla uzakta olmayan ve PİZZA 2000 denilen yere gitmemiz gerektiğini söylüyor. Pizzacıya giderken eşime laboratuar önlüğüne benzeyen (kendi deyimi) bir manto alıyoruz. Başörtüsü vardı yanımızda. Bunlar İran'da zorunlu. Yürüyerek gidip, tarif edilen yeri rahat buluyoruz. Yabancı olmamız nedeniyle restorandaki çocuklar bize yardımcı oluyorlar ve pizzalarımızı getiriyorlar. Burada saatlar bir saat ileride ve bura saatine göre epeyce geç bir vakte kadar hala kalabalık olan Tebriz caddelerinden yolu uzatarak otele dönüp yatıyoruz. Ertesi sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra resepsiyondaki görevliye bize iyi türkçe bilen ve arabası Paykan olan bir taksi şöförü çağırmasını söylüyorum. Gülüyor ve dediğimi yapıyor.

Paykan denen şey bu...

Yılların alışkanlığıdır. Daha önce hiç gitmediğim bir şehirde kendim taşıt kullanmam. İşimi taksiyle hallederim. Bir de burası İran; taksi parası yok denecek kadar az, trafik bir terör ve motor delisi bir toplumda, kendilerinde olmayan bir araçla trafiğe çıkmak, onlara stand-up sunmak gibi oluyor. Etrafınız bir anda insan kaynıyor, nefes bile alamayacak kadar daralıyorsunuz. Birde hep o standart – zamanla işkenceye dönüşüyor- sorular; bunun pulu neçedir, gaç gediir, hardan gelirsiiz vb.

Paykanlar oldukça çirkin taşıtlar. İngiliz orijinliler ama şimdi tamamen İran’da yapılıyorlarmış. Fiyatları 6500 dolarmış. Benim Paykan çağırmamın nedeni eğer İran'daysam bir İran arabasına bineyim diye. Bakmayın siz ilk akşam pizza yediğime; o, dar akşamın kaçınılmaz çözümüydü, yoksa gittiğim yerin yemeklerini yemeyi denerim. Çok sürmedi bir Paykan geldi ve saatliğini 1,5 tümene anlaştık, yani iki dolara yakın. Şoför temiz yüzlü sessiz sakin bir türk. Bizi bildiği her yere götürdü Tebrizde. Gerçi benim elimde turizm rehberim var ve oradan gitmesi gereken yerlerin listesini çıkartıp verdim şoföre ama o bize detay açıklamalar da yapıyor, konuşuyor ve yaptığı işi dakikalar sattlar geçtikçe daha da önemsiyor. Bu da hoşuma gidiyor.

Tebriz yemyeşil bir Türk kenti. Oradakiler kendilerine Türk diyor. Zaten İran'daki toplumlardan birinin adı Türk, diğerinin adı Fars. Tebriz'de farsi oranı düşükmüş. Daha çok devlet memurları farsi. Anlaşılan kilit noktalara türkleri bırakmıyorlar. Türkler mollalardan pek memnun değiller... İrandaki rejimin sıkılığından bahsediyorlar. Bu kadar sıkının kimseye faydasının olmayacağını düşünüyorum. Fazla basınç bir yerlerin zayıflamasına ve patlamasına neden olur. Diğer taraftan, İran şu an dünyada çok az sayıdaki bağımsız ülkelerden birisi. Kendi kendine yetiyor ve artıyor üstelik dünyanın eşkiyasına karşı tavizkar bir tutum da sergilemiyor. Bu bence takdire şayan ama kendi içinde de dikkatli olunması kaçınılmaz. Kiminle konuştuysam ellerinde atom bombası olduğundan emin ve bunu açıkça söylüyorlar. Olabilir. Sonuçta İranın iyi yetişmiş çok sayıda elemanının olduğunu en iyi bilenlerden birisiyim. Şah zamanında yurtdışına eğitime gidenlerin, ki sayısı oldukça yüklü, büyük bir kesimi ülkesine eğitimden sonra geri döndü. Yetmişli yılların sonlarında molla rejimiyle birlikte Amerikanın sürdüğü İranlıların epeyce bir kesimi de Almanya’ya gelmiş orada okuyarak ülkelerine dönmüşlerdi. Bu kişiler şimdi iş başındalar ve işlerini iyi yaptıkları görülüyor.

Taksi soförümüz bizi önce Maghbar-al Shara denilen İranın büyük şairlerinin anıtına götürüyor. Elimdeki listenin başında burası var. Dışarıdan bakıldığında impozant bir anıt. İçi daha da etkileyici. İranda ne kadar şair varsa hepsinin kabartma resimleri ve mezarları burada. Üstad Shahriyar’ın kendi sesinden şiir okunuyor. Bana adı tanıdık gelen sadece Farabi ve Tabrizi var. Resimlerinin önünde birer fotoğraf çektiriyoruz ve içimden, şairlere verdikleri değeri kıskanıyorum. Bizde bir şairin, sanatçının, bilimadamının adı bir belediye başkanı zamanında -en iyi şartlarda- bir sokağa verilir, sonraki başkan sokağın adını değiştirir, yalakalık olsun diye o dönemin başbakanının veya bir bakanının adını verir, adı ilk verilen gümbürtüye gider. Anıtın hemen yanında bir 17.yy camisi var onun da resimlerini alıyorum.


Önümüzdeki iki gün içerisinde ünlü Tebriz Pazarını, Mavi Camiyi, El Gölünü, ve Azerbaycan Müzesini geziyoruz. Sokaklarda yürüyerek günlük yaşamdan edinebildiğimiz görüntüleri toparlıyoruz.


Tebrizden pazar ve sokak manzaraları

Hala çalışıyor

Şuvaran içitik.

Belediye binası./Caddeler/Çok Türkiye reklamı var./Tebriz kavunuymuş

El Gölünden manzaralar.

Kebab-ı-hususi'ymiş.

Mavi Cami

Mavi cami tebrizin eski yapıtlarından birisi. Kapısındaki mozaiklerin bir kısmı dökülmüş ama restorasyon çalışmaları sürüyor. El Gölü denilen yer bir mesire yeri. Etrafı park haline getirilmiş büyükçe bir göl ve Tebrize yakın yerlerden gelenler etrafında çadır kurup oturuyorlar. Bu çadır işine daha sonra kuzeyde de rastladık. Zaten bizim yol kenarlarında karpuz kavun satılır, orada yol kenarlarında boy boy çadır satılıyor. Büyüklüğüne göre 15 ile 30 dolar arasında. Anlaşılan İranda çadırı istediğiniz yere kurabiliyorsunuz. İstediğin yere kavramı oldukça geniş anlaşılmalı; bir kentin merkezindeki yaya kaldırımları buna dahil. Kimsenin birşey dediği yok. Akşam arabalarıyla gelip kaldırıma çadırı kurup yanına bir kilim seriyorlar ve orada yiyip içip uyuyup ertesi sabah kayboluyorlar. Hele kaldırıma serdikleri kilim üzerinde nargile çekerkenki görüntüleri bitiriveriyor insanı. Oldukça da misafirperverler, bizi neredeyse kolumuzdan tutup oturtmak isteyenler bile oldu.

Bir akşam da kebab-ı-hususi yedik. Daha önce adını duymuştum da ne olduğu konusunda bir fikrim yoktu. Bildiğimiz kuşbaşı ama parçaların arasında yağ yok. İran pilavı zaten bilinir. İki gün tebriz için yeterli oldu. Daha fazla dolaşmak istemiyoruz ve yarın, 7 temmuz, Azarbaycan'a hareket edeceğiz. Ardabil ve İran Astara’sı üzerinden Azarbaycan Astara’sına ve oradan Baku’ya çıkacağız.

Ortalık yeşeriyor ve çay molası zamanı. İran Astara'sından görüntüler

İranda TürkCell’in kartlı telefonları çalışmıyor ve Türkiye’yle haberleşmemiz aksadı. Otelden telefon edebildik. Azarbaycan’a geçersek telefonlar tekrar çalışacak, onun sevinci var içimizde.

Telefonun canlandığı an; haydi sms zamanı...

Sabah erkenden yola çıkıyoruz. Hedef Baku. Gidilecek yol yine kısa değil, 600 km bilmediğimiz yerlerde çok uzun sürebilir. Yola çıkınca İran yollarının kalitesinin tadını çıkartıyoruz. Yüklü TIRların gittiği yol olmasına rağmen asfaltta katlanmalar yok, derin lastik izleri yok. Demekki asfaltın katkı maddeleri eksiksiz konuyor. Ardabil'e doğru yaklaştıkça etraf yeşeriyor ve küçük dağlar tepeler beliriyor. Birer birer aşıyoruz.Sonra birden tırmanış ve virajlı yollar başlıyor. Bu güzel işte, motorun tadı çıkmaya başlıyor. Yolda yoğun trafik var ama bizi etkilemiyor. Birbiri ardına arabaları geçiyorum. Tebriz trafiğine girip otel ararken kuralsızlığı fiilen yaşadım. Araba sollarken karşıdan gelen olduğunda pek aldırmıyorum, o sağa çekiliyor, solladığım sağa çekliyor ve bana geniş bir alan kalıyor. Bağıran çağıran, düdük çalan, ışık yakan yok. Yaptığım iş İran trafiğinde tamamen olağan. Sağımız solumuzdaki yeşil alanlar ve virajlı yol hoşumuza gidiyor. Astaraya gelmemiz, molalar dahil yaklaşık 5 saat sürüyor. Henüz günün ortası. İran Astara’sında motorla bir tur atıp gümrüğe gidiyoruz. Hazar’ın güney kıyısında küçük, şirin bir sahil kenti. İçimizde Hazar Denizi'ni görmenin keyfi var. Gümrükten çıkmamız uzun sürmüyor. Motor sihirli bir anahtar. Her kapıyı açıyor.

AZARBAYCAN (İkinci Bölüm)
Mersin’de arkadaşlar beni Azeri gümrüğündeki anormal davranışlar konusunda uyarmışlardı. Baku’da yaşayan amcamın oğlu Serdar'la bu konuyu yazışmıştık ve yaşanacak problemleri o da yakinen biliyordu. Daha İran gümrüğünde çıkış işlemlerim yapılırken telefonumun canlandığını görüp Serdar'a nerede olduğumu bildirmiştim. İran kapısından geçtikten sonra Azeri sınırında ilk “yavşak” polisle karşılaştık. Yavşak bitin yavrusudur ve yapıştığı yerde kan emer, işi budur. Adam elimizdeki fotoğraf makinesini bakmak üzere aldı ve vermiyor, gereksiz sorularla, işin aslında bir şeyler koparabilmek için, yalanmaya başladı. Azarlayarak elinden makinemi almak zorunda kaldım. O memurdan kurtulup ilerlediğimizde iri yarı “bodyquard” tipli bir adamın yanımıza gelip “beni Serdar bey gönderdi adım Faruk” demesi üzerine rahatladım. Faruk elimden pasaportları aldı, o önde biz arkada, iç içe binaları geçerek polise ulaştık. Faruk rusça birşeyler söyledikten sonra polis elindeki yaptığı işi bırakıp bize döndü ve işlemlerimiz başladı. Motoru da işlemlerimizin yapıldığı odaya yakın ve görebileceğim biryere getirdim. Eşim motoru beklemek üzere dışarıda kaldı, ne olur ne olmaz... “Rusa canını, Azeriye malını güvenme” diye bir laf vardır.

Bulunduğumuz odaya gelip giden memurlar ve polisler yılışık. Birşeyler koparabilirmiyim diye gözünün içine bakıyor. Dışarıda motora fazla yaklaştıklarını ve orasını burasını parmakladıklarını görüyorum. Motorun başında bekleyen eşime işaret edince benden cesaret alarak sesini yükseltip uzaklaşmalarını söylüyor. Dağılıyorlar ama fok balığına benzeyen birisi iyice yüzsüz. Neredeyse motorun üzerine yatacak; elini depo üstü çantaya atınca hanımın adama bağırdığını duyuyorum. Adam bunun üzerine kayboluyor. Yaklaşık yarım saat sonra bütün herşey tamam ve sigorta dahi yaptırmadan gümrükte işim bitti. Bu tip “gevşek” davranışlarla bura haricinde hiç bir yerde karşılaşmadık.

Azariler, Azarbaycan’a araçla girildiğinde yaklaşık 40 dolar karşılığında araç sigortası yapıyorlarmış, benim var dedim (yeşil sigorta belgesi), beyanımı kabul ettiler. Tutturabilirlerse motosiklet için de bir teminat yatırılmasını talep ediyorlar ve fiyat keyiflerine göre 10.000 dolarla 500 dolar arasında değişiyormuş. Cecilia ve Khimden 2000 dolar istemişler ama onlar patırtı yapınca tamamen vazgeçmişler. Tabii bu teminatı yatırıp da tekrar göreni henüz duymadım. Bu arada Faruk, işi nedeniyle vedalaşıp ayrılmadan önce yanımıza oradaki memurlardan birini bıraktı. Bu kişi yanımızdan hiç ayrılmadı ve işimiz bittikten sonra bizi Baku yoluna kadar da AZ-Astaradan geçirdi. Yolda herhangi bir yerdeki polisler dur derse durmamamı, selam verip geçmemi sıkı sıkı tembihledi. Sadece resmi geçiş noktalarındaki polis kontrollerinde durmamı söyledi. Bu tiyo çok işime yarayacaktı.

Azeride Hazar kıyıları



Baku sokaklarından

Yanımızdan geçerken sepeti kaldırıp ikiteker yaptı...

İyice evrimleşmiş bir Volga

Şehitler Anıtından ve IRS Otelin balkonundan Baku.

Baku her haliyle enteresan ve güzel bir yer. Zenginlik ve yoksulluk aynı yerde aynı anda mevcut. İkisi arasındaki uçurum bizdeki kadar bariz. Çöp toplayan çocukla Touareg aynı mekanda.

Kent merkezi ve yakındaki park oldukça güzel. Reklam levhalarını okuyunca kendimizi gülmekten alamıyoruz. Rus kızlarının alımlılığı kendisini hemen belli ediyor. Azeri kızlar biraz daha yamru yumru. İstediğin her şey fazlasıyla mevcut. Kıymetli elektronik malzemeler ve taşıtlar Dubaiden geliyor. Jipler de bu yüzden bizdeki palio fiyatına. Benzin 35 cent kadar. Lüks lokantada üç kişinin hesabı 20-25 dolar civarında. Kısacası parası olanın yaşayabileceği yemyeşil bir şehir. Akşam eski hamamın yakınlarındaki bir lokale gidiyor biralarımızı yudumluyoruz. İşletmecisi, tabii ki, türkiyeden.

Yarın Pazar ve öğleden önce TPAO’nun Azarbaycan sorumlusu Türkiye’ye dönüyormuş onun veda brunch’ı var. Serdarın arkadaşıymış. Oraya davetliyiz. ISR otelin 17. katındaki Thai restoranın terasından Baku’ya bakıyoruz. Öğleden sonra da Arbil bizi çamur volkanlarına götürecek.

Çamur volkanları Baku'nun ilginç yerlerinden birisiymiş. Şehirden 30-40 km dışarıda ama Pradonun kliması iyi çalışıyor. Yolda Tekfen’in şantiyelerinin birinin yanından geçiyoruz. Hedefe vardığımızda manzara ilginç. Küçük tepecikler ve içinden fışkıran çamurla karşılaşıyoruz. Tepeciklere yaklaştığımızda Serdar uyarıyor, çünkü nereden ne zaman çamur üfleneceği belli değil. Arbilin ayağının dibinden üfüren bir delik çocuğun üstünü başını batırdı. Benim de koluma sıçradı killi çamur. Suyun buharlaşmasıyla birlikte tepecikler oluşuyor. İşin mekanizmasını tam çözemedim ama killi topraktan çıkan tuzlu su (nereden geliyor ve niye) bir miktar kili de beraberinde yüzeye sürüklüyor. Çamurun tadına baktım; tuzlu. Etraf tamamen çöl. İleride petrol havuzları görünüyor. Suyla çıkartılan çıkan petrol bir havuzda toplanıyor ve fazlarına ayrılıyor. Üstten petrol alınıyor altta daha ağır olan su kalıyor ve boşaltılıyor. Deniz kenarına indiğimizde havada ağır bir hidrokarbon kokusu var. Her taraft petrol bulaşığı. Eski, kör ve hala çalışan kuyular birarada. Doğalgaz açısından da zengin bir ülke ama uzun yıllar bu zenginlik halka yansımamış. Sanki şimdi daha iyiler gibi. En azından Baku’daki görüntü bu. Gerçi Baku’ya gelene kadar gördüklerim çok farklı, tam bir gariban vatandaşlar diyarıydı. Akşam Fransa-İtalya final maçını Arbil'in duvarında izleyeceğiz.

Dönüşte şehrin içinde bile canlı, yarı canlı ve cansız petrol kuyuları görülüyor. Buranın içinden geçerken hidrokarbon (zift) kokusu inanılmaz.


Baku'da inanılmaz güzel devlet binaları var.

Klasik binalar genelde devlete ait ve müthiş güzeller. Baku taşı denilen işlemesi kolay yumşak bir taştan yapılmışlar. O kadar güzeller ki ondakikalarca detaylarını inceleyebiliyorum. Bu güzelliğe karşı bir o kadar çirkin olanı da, bu binaların resmini çekmek yasak. Eski rus sisteminin kalıntısı bir uygulama. Arbil, fotoğraf çekerken makinasını kaptırmış polislere ve makinenin bedeline yakın rüşvet vermek suretiyle hem kendisini, hem de makinesini kurtarmış. Beni uyardıkları için önce polislerin yerini tespit edip sonra da onlara görünmeden bu resimleri çekebildim. Arbil gördüğünde hayretler içerisinde kaldı. 9 yıldır bu binaların resmini çekemiyormuş beceriksiz... icon_lol.gif


Baku devlet kabristanında Elçibeyin mezarı.
Azarbaycanın kuzeyinde 4000-4500 metrelik dağlar varmış. Serdar buraları tırmanmış. Benimle de gitmek üzere anlaştık. Yalnız buradaki dağcılar sosyete anlaşılan; çantalarını merkeplere taşıtıyorlar. Bizimki gariban işi. Buralarda nesli kurudu bu hayvanların.


Liman gümrüğünden...
10 temmuz günü geminin kalkacağı limana gittik. 4 gemi yük bekliyormuş. Ne zaman yük bulunacağı meçhul ama 11 temmuzda kesin bir gemi olacağını söylediler. Serdar'ın elemanlarından Nurettin buradaki polislerden birini tanıyormuş. Bütün işlerimizi o polis yapıyor. Yolculuk yaklaşık 16 saat sürüyormuş. Bu yüzden gemi çalışanının birisinin odası da ayarlanmış, bu iyi işte.

11 temmuzda gemimiz hareket edeceği için heyecanlıyız. Motoru yükleyip hazırladım. Saat 13.00 de kalkması muhtemel geminin yanına gittiğimizde, akşam kalkacağı haberini aldık. Gemideki kaptan yardımcılarından birinin düğünü varmış ve gemi o zat-ı-muhteremin düğün töreni bitene kadar limanda bekleyecekmiş. Ben de motoru gemiye alıp sağlamca bağladım. Eşyalardan da kurtulmuş olmanın verdiği hafiflikle tekrar şehre dönüp akşama kadar vakit öldürdük. Gece saat 20 sularında gemiye tekrar gittik ve 22.30 gibi hareket ettik. Çıkış işlemlerini polis arkadaşlar halletti. Baku ünitesi de böylece kapanmış oldu. Dönüşte İran’dan geçeceğimiz için Baku’ya ancak tırmanış amacıyla tekrar uçakla gelirim herhalde.


En son spartakus tarafından Pts Eyl 04, 2006 7:39 am tarihinde değiştirildi, toplamda 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcı profilini gör Özel mesaj gönder AIM Adresi
spartakus
Katilimci Uye
Katilimci Uye


Kayıt: Sep 11, 2005
Mesajlar: 70

MesajTarih: Cmt Ağu 26, 2006 6:44 pm    Mesaj konusu: Alıntıyla Cevap Ver

TÜRKMENİSTAN (Üçüncü bölüm) Resimleri tıklayarak büyütebilirsiniz!


Sarı: Gidiş; yeşil: Dönüş/Türkmenbaşı gözüktü.

Gemide bize odasını veren çocuğa biraz da fazlasıyla dolar verdim, çünkü bizim için yiyecek birşeyler de almış ve buzdolabına, bira dahil, koymuş. Gemide restoran yok. Sabah kahvaltımızı rahat bir şekilde yaptık, duşumuzu rahat aldık. Gemi oldukça hızlı seyrediyor. GPS 23.5 km/h gösteriyor. 15. saat içinde gemiden inip gümrük işlemlerine başlıyoruz. Gemide tanıştığımız ve Aşgabat'ta çalışan öğretmen Hayrettin beyle Türkmenistan hakkında uzun uzun konuşuyoruz.

İlk çöl manzaramız.

Türkmenbaşı-Aşgabat yaklaşık 640 km ve yol Karakum çölünün içinden geçiyor. Baştan itibaren gezi hedefim, bu çölü yazın geçmekti. Sınırda işlemler uzun sürüyor. Türkmenler düzenli ama öyle bir bürokrasi ki, akıllara zarar. Bir odadan diğerine, her bir şey elle kütüklere kaydediliyor. Sonra birkaç dolarlık bir harç yatırılıyor. Yine bir kaç kademelik işlem yapıldıktan sonra yine biraz harç yatırılıyor, işlemler için her seferinde yeniden sıraya giriliyor. Bizim işimiz bitiyor, sıra motora geliyor. Odur budur derken 100 dolar civarında bir harç yatırmışız. Polis ve gümrük bize karşı oldukça kibar. Hiç bir surette bizden rüşvet istenmiyor, işler yokuşa sürülmüyor. Çantalar dağıtılmıyor. Ama TIR'cıları biraz sıkıştırıyorlarmış... Konuştukları dil türkçe. Türkiye televizyonu izliyorlarmış. Bizim söylediklerimizi onlar çok rahat anlıyor, onların konuştuklarının içinde bizim kaçırdığımız çok kelime var.

Nihayet Karakum Çölü. Çölde ilk milli oluşum. Ciddi ciddi heyecanlıyım. Bir an önce yola çıkıyoruz. Bu arada 50 dolarlık kocaman bir tomar manat aldım. Reguler fiyat bir dolara 5500 manat ama karaborsada 24.000 manata alıyorlar bir doları. Sonradan anlayacağım üzere Türkmenistan için büyük para bozdurmuşum. Türkmenbaşı’nda ilk gelen petrole dalıyorum. Boş olan depoyu dolduruyorum 6000 manat tutuyor. Yani bir doların ¼ ü. Ağalık bende kalsın deyip 10000 manat veriyor üstünü almıyorum. Türkmenbaşını çıkar çıkmaz çölün içindeyim. Sağım solum alabildiğine çöl. Kumun üzerinde deve dikenleri var. Bazıları henüz yeşil, bazıları kararmış (Karakum denilmesi herhalde bu yüzden) çöle koyu bir görünüm veriyor.

Çölün içinde ilerledikçe gelen giden araba sayısı azalıyor. İlerilerde deve sürüleri görünüyor. Ama bizden uzaktalar. İyi sıcak var. Kaskın vizörünü sıcaktan dolayı indirmek zorunda kalıyorum ve fazla sürat yapamıyoruz. Kaskın ağzından, altından ve vizörün yanlarından giren hava can acıtacak kadar yakıyor. Yol satte yapılan 60-80km arası hızla bitecek gibi değil. Birara deve sürüleri de kayboldu. Tek bir canlı yok görünürlerde. Dakar’ın patırtısı ve kaskın uğultusundan başka hiç bir ses seda yok. Günün en sıcak saatlerinde bütün canlılar kendilerini güneşin ışığından korumak üzere saklandı galiba. Sağ taraftan hafif bir esinti başladı. Dakikalar geçtikçe esinti rüzgara dönüşüyor. Yolun vaziyeti iyi ama yandan yola kum savrulmaya başladı. Fakat yolun yüzeyi düzgün olduğundan kum birikemiyor, süpürülüyor. Rüzgar, aradan dakikalar geçtikçe daha da kuvvetleniyor ve sağımızda artık küçük çaplı bir kum fırtınası var, adamakıllı bir toz bulutu görünüyor. Çok sürmüyor bu toz bizi yakalıyor. Motoru tutmakta zorlanmaya başladım. Çaresiz duruyorum. Balaklavaları ağzımızı ve burnumuzu örtecek şekilde yukarı çekiyoruz kaskın içinden ve vizörleri iyice kapatıyoruz. Motoru siper alıp fırtınanın geçmesini bekliyoruz. Ben balaklavayı her zaman kaskın altından takarım, yazın serin, kışın sıcak tutar. Şimdi yeni bir fonksiyonu daha oldu, kuma karşı koruyor. Çok sürmüyor fırtına bizi geçip gidiyor. Fotoğraf makinesini çıkartmanın zamanı fırtınanın tam içindeyiz. Ama makineyi çıkartsam içi kum dolacak. Objektifin mekanizması veya başka yerleri kum dolup bozulursa gezi hüsran olur. Resim çekmekle çekmemek arasında gidip geliyorum... Artık yolun kenarında küçük kumullar var. İleride bir yerleşim yeri gözüküyor. Ne pahasına olursa olsun, hiç değilse bu resimleri çekmeliyim. Zinciri kontrol ediyorum dişlerin arasına kum dolmuş mu diye, iyi görünüyor. Bu arada fırtına tekrar rüzgara dönüşüyor, biz de rahatlıyoruz. Bu şartlara dayanabilecek ve daha sonra Özbekistanda da gece çekimleri esnasında yokluğunu hissettiğimiz bir fotoğraf makinesine ihtiyaç var. Savrulan kumun kaskın vizörünü nasıl dövdüğünü görüntülemek gerekiyordu...


Fırtına dindikkten sonra görüntü buydu.

Deve sürüleri tekrar görünmeye başladılar. Bunlar şebek olmuşlar, arabalardan motordan kaçmıyorlar, hatta merak edip benim üzerime doğru bile geliyorlar. Isırırlarsa motordan aşağı alırlar diye gazlıyorum aralarından. Kötü kokuları midemi bulandırıyor, hanım da şikayetçi kokudan. Sağımız solumuz kum yığınları, fırtınayı da atlattık, heyacan gitti. Üç saat oldu, yorulduk ve sıcaktan kuruduk. Mutlaka durup su içmemiz gerekiyor. Evaporasyon müthiş. Fakat depo üstü çantadaki su ateş gibi olmuş, içilmiyor. Susuzluk duygusunu ve semptomlarını iyi bilirim. Bir kış tırmanışında çantamdaki su donmuş ve susuz kalmıştım. Konsantrasyon düşüyor, bacaklar halsizleşiyor, insanın canı hiç bir şey istemez hale geliyor. Bitap düşme denir buna. Burada da bu duruma yakınız. Hatta hanım sıcak suyu içme konusunda ısrarcı bile oluyor ama içilmeyecek kadar sıcak. Ağzımızda gıcırdayan kumları çalkalıyoruz, bir kaç yudum almayı deniyoruz ama nafile, içilmiyor. Sabır deyip devam ediyoruz.

Bir ara yolun sağ alt tarafında küçük bir yerleşim yerini geçerken bir kerpiç ev görüyorum, önünde okuyamadığım bir levha var; ana yoldan çıkıp kerpiç kulübeye doğru ilerliyorum. Evet, burada meşrubat var. Soğuk su istiyorum. Gazlı mı gazsız mı diye soruyor bir genç adam. Bu soru bana yabancı değil. Hemen gazlı diyorum ve 1.5 litrelik gazlı su geliyor. Aslında susuzluktan ayakta duracak halim yok, hanım zaten kendini divanın üzerine atmış. Ben de belliği çıkartıp oturuyorum ve bir dikkişte suyun yarısını içiyorum. Hanım gazsız su istiyor onu da getiriyorlar. Bu arada ben gazlı, hanım da bir şişe gazsız suyu bitirdik. Birer daha getirttik. Buz gibi su. Şimdi bir de bizim çantadaki sıcak suyu içmek durumunda kalsaydık diye düşünüyorum. Sabrın mükafatı bu soğuk su oldu çölde. Kıymetini daha iyi anlıyor, lezzetini daha yoğun tadıyoruz.

Serin yerde biraz oturunca kendimize geliyoruz. Buzdolabından gelmiş gazsız sudan bir avuç yüzüme serpiyorum. Eşimde aynı işi yapıyor ve rahatlıyoruz. İlaç gibi. Biraz sonra iyice kendimize gelip etrafımıza bakıyoruz. Burası bize su getiren adamların evinin içi. Bir oda daha var arka tarafta. Anlaşılan orası da mutfakları. Karnımızın aç olup olmadığını soruyorlar ama o kadar su içtik ki, açlık mı kaldı. Bir de bu sıcak yedirmiyor zaten. Durmadan içiyoruz. Genç karı koca ve ortalıkta görünen iki de çocuk var. Bir on dakika daha oturduktan sonra kalkıyoruz. Dört büyük şişe su için 10 istiyorlar ama 20000 manat verip çıkıyoruz. Aşgabata yetişmem lazım ama sıcaktan sürat yapamıyorum. Yakıyor.

Yolun kalitesi çok iyi değil. 70-80 arası süratte Aşgabat'a doğru ilerliyoruz. Buraya kadar sadece üç dört noktada polis gördük ama onlar da sıcaktan buruşmuş olacaklar ki, isteksizce el sallayrak geçiştirdiler. Kaç km yol kaldığını bildiren bir levha yok ama yaklaşık 4 saattir yoldayız. Benzin lambası yandı ve yedek bidondaki benzini depoya boşaltıyorum. GPS sıcaktan kendisini çoktan kapattı. Güneşin altında en az 70 dereceyi yaşadık gibime geliyor. Epey bir devam ediyoruz ve işte o meşhur, gemideki öğretmen arkadaşın bahsettiği, polis kontrolleri başlıyor. Bu Aşgabat'a yaklaştığımızın ilk işareti. Yaklaştık derken en az 200 km den bahsetmek istiyorum. Her 20-30 km de bir registrasyon (kayıt) yaptırmaya başladık. Bir asker kontrolü, bir polis. Bu duraklamalar çok zaman alıyor. Her seferinde aynı muhabbet. Pasaportları veriyoruz, onlar kayıt tutuyor. Kulübelerin içindekiler yazarken dışardakiler bizi soru yağmuruna tutuyor. Motorun fiatı, kaç yaptığı, nereden geldiğimiz, Türkiyeden tüm yolu motorlamı geldiğimiz ve nereye gittiğimiz. Bunların cevaplarını bir yaftaya yazıp boynuma asmayı bile aklımdan geçiriyorum. Ama sabır edeceğim. Bu gezinin özünü -gelecek tur için- sabır antremanı oluşturmuyor mu zaten!

Türkmen polis ve askeri genelde 20li yaşların başındaki çocuklar. Ben de onlara sık sık çocuk diye hitap ediyorum ve gözlerindeki ifade bana bu laftan hoşlandıklarını söylüyor. Bildikleri bir kelime belki de o yüzden. Artık bu kontroller yüzünden ortalama süratimiz epeyce düştü. Saat 21 oldu, ortalık karardı ve serinledi hala Aşgabat görünürlerde yok. Bu arada yol da düzeliyor. Benzinci görüp depomuzu yeniden doldurduk. İlk çölümü yazın ortasında geçtim. Evet, kışın zirve yapmak gibi bir duygu.


Mizan Otel.

Saat 24 gibi Hayrettin beyin söylediği ve işletmecisini telefonla arayıp geleceğimizi haber verdiği Mizan otele geliyoruz. Akıllı kitapta önerilen otel, Asia. Düzgün ve temiz bir yer. Khim ve Cecilia Asia’da kalmışlar 20 dolara ama iyi değilmiş. Bizim kaldığımız 30 dolar, biz memnunuz, üstelik, kahvaltımızı da odamıza getirdiler. İşletmecisi Konyalı bir Türk. Motora da göz-kulak oluyor. Ertesi sabah saat 10 gibi Hayrettin beyle buluşuyoruz. Birinci elden ilinti bize Aşgabat’ı gezdirecek.


Aşgabatta şehrin tam ortasında bir Atatürk parkı ve heykeli var.


Bu da 9 şiddetindeki depremi atlattığı için Türkmenbaşı'nın kalmasına müsaade ettiği Lenin heykeli. Solda elçilik görevlisi sağda Hayrettin öğretmen.

Türkiyeden esintiler...

Aşgabatı iyi geziyoruz. Bir ara Türkiyenin eğitim ateşeliğine ve konsolosluğuna bile gidiyoruz. Konsolos Çiğdem hanım ve müsteşar eşiyle tanışıp sohbet ediyoruz. Türkmenistan'da yaklaşık 5000 türkün yaşadığını ifade ediyorlar. Bütün inşaatları türkler yapıyormuş.



Aşgabat'tan pazar manzaraları. Son resimde mendiliyle yüzünü kapatana "bana gelirsen seni Türkiyeye götürürüm" diyorum, çok hoşuna gidiyor, kikirdeyerek utanma moduna giriyor.

Aşgabat Pazarı, renkli giysileriyle sevimli, cana yakın Türkmenlerle dolu. Gerçek Türkmeni burada görüyoruz. Sarılıyorlar, dokunuyorlar. Kareşlerimiz diyorlar. Türk olduğumuzu anlayana kadar resim çektirtmiyorlar ama ondan sonra da “yadigar surati” çekmekten biz kurtulamıyoruz. Yolda gördüğümüz bizden biraz daha uzak durmaya gayret eden (ama çoğunlukla beceremeyen) polis ve askerden farklılar.

Türkmende yeme içme ucuz. Öğretmenin ve polisin aylığı 100 dolar civarında. Bunlar iyi kazananlar. Türkmenistan dünyada 1 doların büyük para olduğu nadir ülkelerden birisi herhalde. Turistlere verilen fiyatlar bir yerli için afaki değerler. Onlar 20 dolar verip bir otelde kalamazlar. Veya bir restorana girip 5 dolara yemek yemeleri imkansız.

Her yerde türk restoranları görüyorsunuz. Örneğin Uludağ Restoran Türkiye şartlarında da lüks sayılacak bir yer. Burada ucuz olan şeylerden birisi de taksi. Üç kişi 20 cente indi bindi yapabiliyor şehir içinde. Bir taksiden inip diğerine binerek tüm şehri gezdik; toplam ödenen taksi parası 5 doları geçmedi, ki bunun içinde bir o kadar da bahşişi var. Pazarda satılan miktarlar gözönüne alındığında bir kadının tezgahındaki malzemelerin tamamını 2 dolara alabilirsiniz. Büyükçe bir kavun 1000 manat. Bir doların 24te biri yani. Yimpaş pahalı, bir kilo et iki dolar civarında.

Aşgabatta üç, beş, sekiz ayak gibi anıtların yanı sıra anıt sayılabilecek mimaride yeni binalar da var. Bence Saparmırat Türkmenbaşı çölün ortasında kendine bir alan seçmiş orada evcilik oynuyor. Şatafat ve kitsch birarada. Burada tek bir adam ve onun kitabı “Ruhnama” var. İki ciltlik bu kitap İlkokuldan üniversitenin bitimine kadar okutuluyormuş. Anıtların hepsi altın kaplama. Ülke altın zengini olunca adamın heykelleri de altından. Kendisine de altın çocuk dedirtiyor. Mutlak megalomani. Yazılı bir yasa yok. Herşey Türkmenbaşı'nın iki dudağının arasında. Dörtbuçuk milyon nüfuslu bu korkunç zengin ülke, Türkmenbaşı'nın fermanlarıyla yönetiliyor. İsviçre'den sonra dünyadaki ikinci tarafsız ülke. Kibrit pahalı diye doğal gaz ocağının hiç bir zaman kapatımadığı tek memleket. Elektrik, su, doğalgaz ve petrol ürünleri bedava sayılacak fiyatlara. Türkmenbaşı, “bunlar bize ata yadigarı, dağıtın vatandaşa” demiş. Türkmenistan içinde telefon da bedavaymış. Türkmenbaşı yememiş, içmemiş laf üretmiş. Bu laflar büyük sayılabilecek her binanın bir yerlerine yazilmış. En çok görülen laf, “halk, watan, beyik Türkmenbaşı”.

Üç Ayak yakınındaki Türkmenbaşı köşkleri. Sarı kubbelisi eviymiş. Az kalsın resmini çekiyoruz diye tutuklanacaktık. Ama yine de... Yasak ya...


Beş başlı kartal ve iki başlı yılan. Türkmenistanın sembolü/Beş ayak anıtı


Sekiz Ayak anıtı.

Altın çocuk/Aşgabat gecesi/Öküz boynuzundaki harap dünyayı kurtarmak üzere bir ana bir altın çocuk doğurmuş.

Aşgabatın gecesi ışıl ışıl. Cadde ve sokakaların gece görünümü daha impozant. Işıklandırılmış Türkmenbaşı laflarından birisi de “21. yüzyıl Türkmenistanın yüzyılıdır” şeklinde. Düzgün bir işleyişle bu doğru olabilir. Çöl muazzam zengin. Petrol, doğalgaz, altın, uran ve diğer önemli elementler. Amerika burayı babası hayrına tarafsız ve dokunulmaz ilan etmemiş. Ancak, Türkmenbaşı şimdi Ahmedinejat’la ipi biraraya atmış, çok iyi dostlar. Önce çok sayıda bulunan Rus ve Amerikalılar şimdi hemen hemen yok gibiler. Sayıları iyice azalmış. Çünkü Türkmenbaşı bunları kovup, memlekette ne kadar erkek çocuk varsa hepsini asker ve polis yapıp kendine bağlamış. Çıkarttığı bir başka fermanla da kendisini ebedi lider ilan etmiş. Bütün ailesi kilit noktaları ve fabrikaları almışlar. Rus ve Amerikalıları kovduktan sonra bir ara Türkiye'ye iyice yaklaşmış ama dubioz bir suikast girişiminden iki de türk çıkınca Türklerden de uzaklaşmış, belirttiğim gibi daha çok İrana yaklaşmış.

Suikastler çok ilginç. Suikastin düzenlendiği adamlar ölmüyor veya yaralanmıyor. Üç suikast var; Biri Azerilerin sevgilisi Elçibey’e, diğeri Türkmenbaşı’na ve üçüncüsü de Özbeklerin lideri İslam Kerimov’a. Üç Türk devlet başkanı, üç Türk ülkesi. Görebildiğim kadarıyla üç ülkenin insanı da rüyalarında Türkiye görüyor. Suikastçıların arasından üç olayda da birer ikişer TC vatandaşı da çıkıyor. Bu suikastlerden sonra Türkiye adı en azından belli çevrelerde (polis, bürokrasi) hoş karşılanmıyor ve Türklere sıkı giriş-çıkış uygulamalarının gelmesine neden oluyor. Bu sıkı uygulamaların elbette olumsuz ekonomik neticeleri de oluyor, siyasi de.

Otele geldiğimizde salonda düğün var. Hanım zaptolmuyor, girip bakacak. Gecenin saat 12si adamlar neredeyse gitmek üzereler ama bizimki fotoğraf makinesini de aldı ve daldı aralarına. İlle de gidip gelinle damadın fotoğrafını çekecekmiş. Ben de girdim çaresiz. Bizdeki düğünler, bizdeki oyunlar, bizdeki haremlik selamlık, erkekler bir taraftalar ve oynayan kızlara bakıyorlar, beğenecekler ya! Kızlar beğenilme çabalarını ellerinden gelen tüm kıvrak hareketlerle destekliyorlar. Tipik düğün işte. Ama alkolü bol anlaşılan. Masaya oturulduğunda votka akıyor...

Türkmenler sünnilermiş ama bizdeki kadar cami yok. Şii İranda da yok. Peşinen belirteyim 4 müslüman devlet geçiyorum, İran, Azarbaycan, Türkmenistan ve Özbekistan. Hiç birinde cami sayısı bizdeki kadar abartılmamış. Olan camiden gelen ses de insanı DBsiyle rahatsız etmiyor. Bu özellikle dikkatimi çekti.

Yarın Buhara’ya hareket edeceğiz. Yine 600 km lik bir yol var önümüzde. Türkmenistan'ın diğer şehirlerinin içinden geçeceğiz. Tedjen, Mary ve Türkmenebad (Çarzou). Önümüzdeki yol uzun ama artık etkilenmiyoruz. Nasıl olsa popolarımız nasırlaştı. Görmediğimiz şehirleri de gezeceğimiz, en azından içinde motorla da olsa bir tur atacağımız için merak var. İlk önce Tedjen geliyor ama Aşgabatla alakası yok. Tam bir çöl şehri. Azcık ağaç, bol miktarda kerpiç ve tuğla evler. Her taraf kum. Burada sokakta bir kaç insan görebiliyoruz. Tipik türkmen giysileri içinde kadınlar; ince uzun narin yapılılar. Erkekler bir o kadar bakımsız ve çelimsizler. Çinko asker bunlar, sıcaktan eriyecekler. Türkmenistan'da dikkatimi çeken noktalardan birisi de bu. Erkekler resmen sıskalar. Kadınlar bunlara göre ciddi anayiğitler. Kimileri heriflerini çanta diye taşıyacak gibi. Tedjen'de orjinal denilebilecek hiç birşey yok. Zaten küçük bir şehir. İnsanın içini karartıyor. Bir de Aşgabat'tan hemen sonra olunca iyice onun gölgesinde kalıyor.


Bu ural ile kavun getirip satıyorlar. En soldaki çocuk askere gidecek olan.


Yoldaki bu yadigar suretleri hiç bitmiyor.

Nihayet Mary’ye geliyoruz.




Mary’den görüntüler/Günlük yazmak ciddi iş.


Yine bir hatıra fotosuyla Kara Derya geçiliyor

Mary biter bitmez Kızılkum çölü başlıyor ve bu Özbeğe kadar devam ediyor.



Kızılkum Çölünden görüntüler (resimlerin bir kısmı dönüşten).

Özbek sınırıyla Mary arasında sınır kenti Türkmenebad var. İyiki burada doğmamışız diyoruz ve kayda bile almıyoruz. Büyük bir çöl şehiri...

Kızılkum! Karakum’dan sonra göreceğimiz, içinden geçeceğimiz ikinci çöl (son olmayacakmış). Hırçın bir doğa. Yaşamak imkansız, kumdan başka birşey yok. Gerçi kumun altı zengin ama, buradakilere şimdi, şu anda faydası yok. Çölün geri kalan kısmından fazla birşey göremiyoruz çünkü hava karardı. Benim düşüncem saat 24.00e kadar Türkmen sınırında olmak. Ondan sonra da ayın 15i olacak ve Özbeğe geçebileceğiz. Düşünce iyi ancak pratiği yok. Meğerse Türkmenler serhat kapılarını saat 18.00 den sonra kapatıyorlarmış. Sınıra geldik, caddenin ortasındaki bariyerler birbirine zincirlenmiş, askerler ellerinde silah, kapalı kapıyı bekliyorlar. Tüm ısrarlara rağmen geçmemize müsade etmiyorlar. Zaten sınırda çalışanlar da evlerine gitmişler ve çıkış işlemlerini yapacak kimse kalmamış. Akşamdan kapatılan sınır kapılarını görmek yeni bir deneyim. Yatacak kalabilecek hiç bir yer görünmüyor. Motor ve biz ortalıkta kaldık. Sınırda bekleyen değişik ülkelerden karanlık tipli TIR şöförleri etrafımıza toplanıyorlar bir ara. Gecenin geri kalanında ne yapacağız bunlarla diye bir düşünce alıyor beni.

Polis kulubesinde oturan polise gidip, ne yapabiliriz diye soruyorum. Geriye dönsek tüm kontrollerden geçtik, müsade ederler mi etmezler mi belli değil. Polis, “etmezler” diyor. Ne ileri gitmek mümkün ne geri. Belliki burada sabahlayacağız ama ben dünya bir km yol gelmişim ve uyumam en azından uzanmam gerekiyor. Bir de etraf zifiri karanlık. Hemen hemen hiç bir şey görünmüyor, ürküten bir manzara.

Motorun başında dikilmiş, nereye nasıl sığınır ve sabahlarız’ı düşünürken genç polis yanımıza geliyor ve beni takip edin diyor. Bizi alıyor ve yaklaşık 400-500 m gerideki tırların arkasında kaldığı için göremediğimiz bir barakaya getiriyor. Gecenin saat biri olmuş elektriğin bedava olduğu yerde ışık yok. TIR şoförlerinin yayvan sesleri çölde çınlıyor. Motorun ışığında bir cibinlik görüyoruz. Polis cibinliğe gidip rusça birşeyler söylüyor. Cibinliğin içinden görkemli bir rus kadın çıkıyor ve bizi mırıldanarak küçük bir barakaya götürüyor ve kapıyı açıp hiç bir şey söylemeden ayrılıyor. Barakada bir ağaç divan var, bunu Türkmenistanda her yerde görebiliyorsunuz. Divanın üzerinde de biraz çul-çaput var. Kendimize bir yatak yapıp üzerlerimizi çıkartmadan yatıyoruz. Motoru hemen barakanın penceresinin yanına aldım, tık deseler uyanırım zaten. Bugün tavşan uykusu olacak ama en azından uzanabildim. Kıymetli eşyalarımızı yanımıza alıp yattık ama ne yatış. Kavun kesmek için kullandığım rambo yanımda. Heyhat, en iyi uykuyu burada çektim desem...

Meşhur Amu-Derya/Nefis uykuydu.

Sabahleyin barakadan dışarı çıktığımızda Amu-Deryanın hemen kıyısında, bir değil, birkaç barakanın hatta ağaç bile olan bir yerdeyiz. Anlaşılan burası sınıra gelip bekleyenlerin konaklama yeri. Yanaşık düzen duran TIR katarının arkasında kaldığı için gece görememişiz. Barakanın kapısını açan görkemli kadın bize bir de kahvaltı hazırladı. Sınır saat 9.00dan önce açılmazmış. Rahat rahat kahvaltımızı yaperken Ankaralı bir TIR şoförüyle tanışıp konuştuk. Zaten nerede bunlarla konuşsak Türkmen ve Özbek polisinden şikayetçiler. Sadece Türkmende verdiği rüşvet 400 doları bulmuş (doğru mudur, patronumu kandıracak, bilemem). Özbek için de aynı şeyleri söylüyor ve aynen Türkmende olduğu gibi adım başı kontrol yapıyorlar diyor ve her kontrolde de rüşvet alıyorlarmış.

Biz Türkmende hiç rüşvet vermedik, böyle bir talebi algılamadık bile ama kontrollerin sıklığından biz de bezdik. Özbek de böyleyse yandık. Ankaralı bize tüm “stan ülkelerinde” rüşvetin yaygın olduğunu aman dikkat edin diye defalarca söylüyor. Sabah sabah adam gamlı baykuş gibi... Saat dokuza doğru kapıya gidiyoruz ama hakikaten işlem yapılmıyor. Akşam bizi bırakmadıkları kapıyı biraz sonra açıyorlar ve motorla geçiyoruz. TIRları hala salmıyorlar. İçeride neredeyse saat 10.00a kadar bekliyoruz. Sonra bana işaret eden bir üç yıldızlının yanına gidiyorum. Pasaportları istiyor, alıp içeri gidiyor. Bizim Türkmen vizemiz ayın 14ünde bitti ve biz hala Türkmenistandayız. Bu cezai işlem gerektiriyor. Yeşil pasaport vizeye tabi değilken ben Ankaradaki Türkmen Konsolosunun tavsiyesi üzerine transit vize almıştım. Üç yıldızlı bunu da söyleyerek bizden ceza talep etmeyeceklerini, işlemlerimi yaptırıp devam etmemi ama dönüş çin yine Taşkennt’ten vize almamı samimi bir şekilde tavsiye ediyor ve açıklıyor: Kontrol noktalarındaki polisler vize numarasını da kaydetmek durumundalar ve vize göremezlerse neyi kaydedeceklerini bilemeyecekleri için telefonla ilgili üst mercilerden sormak zorunda kalacaklar; bu da sıcakta sizin için vakit kaybı ve sinir harbine döner demeye getiriyor ve bence haklı. Tamam deyip teşekkür edip tokalaşıp işlemlerime başlıyorum. Tesadüf, HU’da yazıştığımız Phillippe ile kapıda karşılaşıyoruz (en az 1.95 boyunda, 100 kiloluk biri). Buharaya beraber gideceğiz. İkimiz de işlemleri çabuk bitiyoruz (1.5 saat). İnsanı son derece cana yakın, sevimli olan bu ülkenin bürokrasinin verdiği bıkkınlıkla hemen motorlara atlıyoruz. Özbek kapısı göründü.

ÖZBEKİSTAN (Dördüncü bölüm)

Özbek kapısında işler daha sakin. Giriş damgasını hemen vuruyorlar. Bir gümrükçü gelip motoru kontrol ediyor ve tamam deyip gönderiyorlar. Sadece bir deklarasyon belgesi doldurduk ve yanımızda ne kadar paramız olduğunu belirttik. 10-15 dakikada her işlem bitmişti ve Özbekistan’daydık. Bu yaşadıklarımız Özbekistan sınırı hakkında anlatılanlardan tamamen farklı... Hedef Buhara

160 km çabuk bitiyor ve sorarak şehir merkezine geliyoruz. Fatima ve İbrahim Hotel, şehrin ortasında, temiz, bakımlı. Herşeyden evvel motorlar emniyette. Odaya yerleşip duşumuzu alıp çıkıyoruz. Türkmenistan’dan beri bizimle birlikte gelen “little Phillippe” hemen yandaki odada. Kısa bir dinlenme periyodundan sonra buluşup şehri dolaşacağız ama bu arada bir delikanlı, Aybek, peşimizden ayrılmıyor. Sizi arabamla ben gezdireyim bugün vaktim var diyor. Borsada brookermiş ve Türkiye hayranı bir delikanlı. Kavşakları dönerken lastiklerin ötmesinden bir tek kendisi zevk alıyor ve Phillippe iyice tedirgin oluyor. Ben viraj dönerken daha fazla gaz vermesini söylemekle yetiniyorum. Bizi arabasıyla akşama kadar dolaştırıyor. Gidebileceğimiz hemen hemen her yere götürüyor.

Otele gelip yerleştik.






Resimlerin hepsi Buhara sokaklarından



Kahvaltımız/Sema Balaman ve bisikletli Fransızlar.

Buhara küçük ama tamamen tarih kokuyor. Yeni yapılaşma yok, her taraf koruma alanıymış. Bu iyi haber. Yoksa Baku gibi olacağına bahse girerim. Ağaçlar büyümüş yolları kapatmış. Eski kent çok güzel ve gezmesi keyifli. Kerpiç evler hala duruyor ve kimse dokunmuyor. Eserlerin bozulan yerleri ustaca onarılmış. Her yer tertemiz ama Özbekistan'a girdiğimizden beri erkeklerin oraya buraya tükürmesi dikkatimizi çekiyor. Sonradan öğreniyoruz ki burada erkekler ot atarlarmış. Bu ot Antep ve Maraşta da yaygındır ve insanlar oralarda da durup dururken tükürürler. Pis herifler... icon_lol.gif

15 temmuzu böylece Buharayı gezerek geçiriyoruz ama bu arada bir de süpriz yaşıyoruz. Antropolog ve Hacettepe Üniversitesi öğretim üyesi saygıdeğer Balaman hocanın kızı Sema ile karşılaşıyoruz ve sohbet ediyoruz. Babasının kızı. Kendi deyişiyle “çatlak”. 4.5 yıldır Orta Asya’yı yaya geziyormuş.

Standardın dışına çıkabilen “bu tip çatlakları” çok seviyorum. Sema’yı da çok sevdim. Gözlerinden anlıyorum o da bizi sevdi. Ehh...! (Şimdi haberleşiyoruz)

Yarın, Samarkant’a gideceğiz. Buhara’yı dönüşte de dolaşacağız. 16 temmuz sabahı biraz daha Buhara diyoruz, doyamadık. Öğleyin Phillippe ile buluşup otelden ayrılırken başka bir fransız çifte rastlıyoruz. Onlar da bisikletle dünyayı dolaşıyorlarmış. Turu tamamladıktan sonra evlenip çoğalmayı deneyeceklermiş. Türkiye'nin çok güzel ama zorlu bir parkur olduğunu söylediler. Bisikletli için doğrudur. Bizdeki dağları tırmanırken anaları ağlamış, popoları yara olmuştur. Sıcak tipler. Ayak üstü sohbetin sonu yok ama önümüzde 200 küsur km yol var. Samarkant’a ulaşmamız zor olmuyor. Bu arada yol yer yer bozuk. Vibrasyondan dolayı benim zincir korumanın iki vidası düşmüş ve plastik sallanıyormuş. Phillippe önüme geçerek ikaz etti. Hemen sağa çekip durduk ve yedek vidalardan iki tanesini seçip, bir daha gevşemesin diye rondeleli taktım. Biz bu işleri yaparken tam sirk maymunu gibi olduk. Yolun kenarında duran iki motorlu turist tam bir attraksiyon ve kamyon, otomobil, bisiklet hatta kargalar bile durup bizi seyrediyor. Sayıları bir düzineyi geçti. Topluluğa dönüp Bolşov Tiyatrosu diyorum, basıyorlar kahkahayı. Nereden aklıma geldiyse... Bu arada bizim türk olduğumuzu öğrenmeleri yardım etme damarlarının kabarmasına, hatta eve davete kadar dönüştü.


Yolda macera


Samarkant'ta oteldeyiz. Küçük Phillippe'in küçük motoru.





Samarkantta gün batımı. Altın dişler harika...


Samarkant ve Registan. Düğün dönüşü Fransız grupla. Ve Taşkent'e doğru.

İlk tercihimiz kapalı garajından dolayı Bahodır Otel ama dolu. Hemen Yanındaki Furkat’a gidiyoruz. Bahodır’dan pahalı ama bir üst kategoride. Motorları içeri alıp yerleşiyoruz. Duş, dinlenme, üst baş değiştirmeden sonra “little Phillippe” ile buluşup meşhur Registana doğru yürümeye başlıyoruz. Orta Asyanın incisi yürüyerek dolaşılmalı.

Registan'ın muhteşemliği kaşısında yüzlerimizdeki hayranlığı gizleyemiyoruz. Her biri birbirinden muhteşem üçlü medrese kompleksi. Dünyada başka eşi ve benzeri yok. Duvarlarına dokunuyorum. O kadar muhteşem ki... Etrafını turluyor, fotoğrafını çekiyoruz. Minarelerden birine çıkabilsem hem Samarkant hem de Registanı çekerim diye düşünüyorum. Biryerlerdeki resimlerde yukarıdan çekilmiş örnekler görmüştüm. Oradaki sevimli yüzlü polise soruyorum, kapattık, vakit geç diyor. Bu arada gün batımına çok az bir süre var, derdim fotoğraflar için ışığı kaçırmamak. Dolar veririm deyince yumuşuyor ve 5 dolara minarenin kapısını açmaya razı oluyor. Minareye çıkıp emelime kavuşuyorum. Bu fırsatı yükseklik korkusu olan Phillippe bile kaçırmıyor ama aşağı indiğinde yüzü tebeşir gibi.

Bir hayal dünyasındayım. İpek yolu... Dalmış gitmişim. Registan'ın fassinasyonu oradan uzaklaşmamıza engel oluyor, üçümüz de ayrılamıyoruz. Büyülendik. Bereket orada oynayan küçük çocuklar var; bu sevimli şeylerle dalaşıyoruz ve onların fotoğraflarını çekiyoruz. Kendimize gelmemizi sağlıyorlar.

Yüksek sesli müziğin geldiği yer bir kafedir diye oraya yöneliyoruz. Tam önüne geldiğimizde etrafımızı saran bir grup oluşuyor. Turist, turist diye konuşurlarken Türk olduğumuz anlaşılınca tutup bizi müziğin membağına sürüklüyorlar. Phillippe’de bize uyuyor, ne yapsın. Meğerse burada düğün varmış. Bu ikinci düğünümüz ipek yolunda; bizi ağırlıyorlar ve Türkiye hakkında bir dolu soruya cevap veriyoruz. Hatta Türkiye’deki türkücülerden birisi, ki ben tanımıyorum, eşinden niye ayrılmışa kadar gidiyor iş. ...... ne bileyim ben. Yarım saatta herhalde 10 votka kakalıyorlar bana. Hanım daha dirayetli ve 3. den sonra yeter artık diyebiliyor. Beni ve Phillppe’i doldurdular. Üstüne üstlük, bir de kalkıp oynadık. Zil zurna otele döndük. Vaaauv...! o neydi öyle... Otele geldiğimizde iki fransız çiftiyle daha tanıştık. Çiftin birisi tırmanmayı seviyor ve karşılıklı adresleri değiştik. Başka yüzler görüp değişik konular konuşmak keyifli oldu.

Ertesi gün Samarkant sokak ve caddelerinde dolaştık ama anlaşılan Registan buradaki hemen hemen tek görülmeye değer yer. Biraz hüsran var bende. Uluğ beyin rasathanesini dönüşte görürüz deyip biraz da zorunluluktan (türkmen vizesi) Taşkent’e doğru yola çıkıyoruz. Taşkent bizim son hedefimiz. Taşkent’ten sonra dönüş başlayacak. Phillippe ertesi gün gelecek. Taşkent’te kaldığımız otelin adını sms ile bildireceğim o da oraya gelecek. Birlikte fena olmuyor. Klas bir arkadaş, uyumlu ve kültürlü.



Taşkent’e geldiğimizde burası, buraya kadar gördüğümüz şehirlerin hiç birisine benzemiyor. Büyük, kalabalık ve olağan. Levhalara bakarak ve sorarak şehir merkezine kadar geliyorum.

Türkiyedeyken bir motorcu sitesinde Taşkente motorun girmesi yasak, bırakmazlar veya yüklü ceza/rüşvet ödersin gibisinden laflar edilmişti. Bunlardan eser yok. Motorla şehir içinde gayet rahat geziyorum, kimse de bir şey demiyor. Özellikle, tahrik edercesine dolaşıyorum. Polisler bakmıyorlar bile. Bir taksi durduruyorum sonunda.

Taksi önde biz arkada, önce otele gidip motordan kurtuluyor, daha sonra Türkmen vizesi için başvuru yapıp şehri dolaşmaya başlıyoruz. Arabada da Rafet el Roman, Mustafa Sandal ve paralellerini dinliyoruz. Memlekette dinlemezken burada bunlara kaldık. Karnımız acıkıyor. Taksi şoförüne iyi bir özbek pilavı yiyebileceğimiz bir yere götürmesini söylüyorum, gülüyor bize. O sabahları yenir diyor. “Şimdi isterseniz sipariş verip pişirttirmek gerekir” deyince onaylıyorum. Normal zamanlarda karavanada yapılan bu pilav özel siparişle yaptırılınca küçük boyutlarda olacağından daha yakşı olurmuş. Adam öyle diyor. “Benim arkadaş, bu işi çok iyi yapar” diyor ve telefonla siparişi veriyor

Bu arada biz de Fotoğraf çekeceğiz. Taşkenti tanımaya çalışacağız. Bir saat çabuk geçiyor. Pilavımızı/aşımızı yemeye gidiyoruz ama gelen aşı bir hafta yesek bitirmemiz mümkün değil. Daha önce yediklerimizden gerçekten çok farklı. Prinç taneleri yağın içinde yüzmüyor. Acayip kokusu yok. Et biraz yağlı, pilavı daha çok beğendim. Doydum dediğimde taksici güldü ve ne yediniz ki dedi.... Ertesi gün saat 10 gibi kahvaltımızı yaparken Phillippe geldi ve onun motoru da yerleştirdik.

Kaldığımız Orzu hotel merkezi bir yerde. Bu arada Cecilia ile Türkiye'den beri sürekli SMS’leşiyoruz ama ne Baku’da ne de Türkmenistan’da buluşamadık. Türkmenistan’da Khim hastalanmış, Baku’da da zaten gemilerin düzensizliği yüzünden buluşamamıştık. Türkmenistan’dan biz onlardan önce hareket etmiştik ve ben bu arada Taşkent'te kaldığımız oteli onlara bildirmiştim. Onlar da bu gün geldiler ve ertesi akşam yemeği için randevulaştık. Yemekte hedefte olduğumuzu söylediğimde kucaklaşarak, tokalaşarak hedefe gelmiş olmamızı kutladık. Bu arada otelde bir İtalyan çiftle tanıştık. Massimo ve eşi. Biz yaştalar ama massimo hiperaktif herhalde. Bir Kazağa geçiyor bir Kırgıza. Tam bir Speedy-Gonzalez. Tipi de müsait Gonzalezliğe. 1200 GS’iyle bir göründü bir yok oldu. Sonra duyduk, motoru yatırmış Kırgızda ama çanta haricinde hasar yokmuş.

Phillipe’in esas hedefi Çin idi ve bir ay dolaşmayı planlamıştı. Ancak Buhara ve Samarkant’ta rastladığımız insanlar, ki bunların başında Sema var, Çin de motora müsaade etmediklerini söylediler. Motorla girmekte ısrarcı olursanız günlük 200 dolar ödemek gerekiyormuş. Bu durumda bir ay Çin’de dolaşmak havadan 6000 dolar ödemek demek ve yazık bu paraya. Bu parayla buralarda çok tatil/gezi yapılır. Bunlar arkadaşın kafasındaki sorulardı ve cevap bulmak üzere Fransız konsolosluğuna gitti. Bizzat konsolos, bu söylenenlerin doğru olduğunu onaylamış. Sema'yla daha sonra Taşkentte de karşılaştık, oturup sohbet ettik. Deniz derya birisi. Motorla Çin’e gitmenin “abukluk” olduğunu Sema detaylı anlattı ve Çin, motorcular için güvenli bir yer de değil diyor. Sema da bir ara motorla dolaşmış ama Çin’in bu uygulaması yüzünden parayı ödememek için motorunu kırıp Çin’de yaya dolaşmaya başlamış. Yaya dolaşmaya alışınca bir daha taşıt almamış, şimdi öyle geziyor bizimki. Trenle, otobüsle ve yürüyerek. Bu bilgiler üzerine Phillipe plan değişikliği yaptı. İki gün daha Taşkenti birlikte gezdik. Bu üçüncü gün oldu Yarın Cecilia ve Khim bir sonraki gün de Phillipe gidecek.


Özbek pilavı ve beyaz havuç

Timur müzesinde ilk Türk Alfabesi

Taşkent manzaraları




İsviçrelilerle buluştuk


Bu Kurandan dünyada sadece dört tane varmış. Bu Hz. Osmanınki.

Dört günü geçirdik Taşkentte. Dün İsviçrelileri bu sabah da Phillippe’i yolcu ettikten sonra Türkmen Konsolosluğuna gittik. Bugün, (22 temmuz) vizemizi alıp yola çıkacağız. Dönüyoruz!



Planladığımız gibi önce Samarkanta geldik ve burada Uluğ beyin gözlemevi başta olmak üzere daha önce göremediğimiz yerleri dolaşıp resim çektik. Samarkant için Orta Asyanın gözbebeği, incisi gibi laflar edilir ama bence bunlar Buhara için geçerli. Samarkantta evet, Registan var, büyülüyor ama kentin bu günkü görünümü tarihini yansıtmıyor.

Türkiye vizesi. Her zaman görmek mümkün değil.




Uluğ Beyin Rasathanesinden.

Artık hedef Buhara. Buharada görmediğimiz fazla birşey kalmamıştı. İlk önce şu şehir kalesinin önünde motorun resmini çekeceğim. Günün ortasında kolay olmayacak polis oralardadır ama o gelene kadar bir iki poz çekeriz deyip çıkıyorum kalenin önündeki kaldırımlara. Ama hain herif hiç vakit kaybetmeden görünüyor ve üstüme doğru geliyor. Bu arada eşim resim çekiyor ama anlaşılan bir türlü aradığı pozu bulamıyor. Hemen binanın önündeki yasak alandan inmek zorundayım yoksa ceza yiyeceğim. Motorla yavaşça bir daire çiziyorum, hem düzgün bir poz yakalansın hem de zaman kazanırım diye. Polis önce gittiğimi zannedip duruyor ama sonra döndüğümü görünce hızla bana doğru yürümeye başlıyor ama bu süre bana yeter. Artık ne kadar olduysa okadar deyip iniyorum caddeye. Polis elleri belinde ben kaldırımdan inerken arkamdan bakıyor ama daha fazla bir tepkisi de yok.



Dönüşte boydan boya İran

Özbekistan, Türkmenistandan çok farklı. Bunu daha sınırdan girerken görmüş, anlamıştık. Bürokrasiyi minimuma indirmişler. Yollarda kontrol noktaları var ama o kadarı, hatta daha fazlası bizde de var. Ancak durdurmuyorlar. Özbekistanda kaldığımız 8-10 gün içerisinde bir defa dahi kontrol için durdurulmadık. Kimse bizden rüşvet istemedi ve kimseye rüşvet vermedik. Samarkantta minareye illegal çıkmak için ödediğim 5 doları saymazsak, ki orada da polisi azdıran ben oldum. Sokakta dolaşırken kitapçılar, sinema ve tiyatrolar görüyoruz. Bunları Türkmenistan da hayal bile etmedik. İnsanlar sade ama modern giyiniyorlar. Rus kızlarının güzelliği kayda değer. Özbek kızları daha klasik giyimli, çok ince yapılı ve narinler. Blond, brunett, egzotik, hepsi var. Arabaları küçük. Getz, Matitz ve Tico. Güney kore buraya epeyce bir araba satmış. Zaman zaman Tofaş ürünleri de görülebiliyor. Büyük, kaba arabalar burada yok. En lüks denilebilecek araba Nexia.

Sınırlar yine sorunsuz geçiliyor. Türkmenistan'a giriş bu kez daha seri. Özbekten çıkış zaten kısa sürdü. Bir de şu registrasyonlar olmasa, Türkmenistan bile transit geçiş için ilginç bir yer olabilir ama kayıt işlemleri bezdiriyor insanı. Amu Derya tam sınırda. Çok geniş bir nehir. Bizim geçtiğimiz yerde bir demir köprü var ve köprünün zemini çelik levhalardan. Geçen arabaların lastikleri bu çelik zeminin yüzeyini mükemmel parlatmış. Güneşin etkisiyle bu yüzey öyle ısınmış ki, üstünde omlet yapmak işten bile değil. Ayağımla yokluyorum, sabunlu gibi kaygan, trafik yoğun. Bütün dikkatimi toparlayıp, ayaklarımı aşağı sarkıtarak üzerinden geçiyorum ama gitmekle bitmiyor. Burada motoru yatırmak işten bile değil. Bu köprünün uzunluğu bana kilometrelermiş gibi geliyor ama 150-200 m ancak. Demir köprüyü geçince derin bir nefes alıp duruyorum. Bizim geçtiğimize paralel olan tren köprüsü resmini çekmeye değer.

Çölün esas güzeli buradaymış. Satteki hızı yaklaşık 60-70 km yi bulan bir yan esinti motorla zemin arasında epeyce bir açının oluşmasını sağlıyor. Esintiye karşı kendimizi düşmemek için savunuyoruz. Yola savrulan kumun miktarı kayda değer ama yol kum tutmuyor. Yolun kenarında kumullar var. Buradaki rüzgarla, kılıfındaki telefonumun içi bile ince kum dolmuş, şimdi aletin berbat bir görüntüsü var. Alabildiğine sıcak olmasına rağmen Kızıl Kum çölünde oynuyoruz. Hedefimiz Mary ve çok uzak olmadığı için vaktimiz de var. Burada Kara Kumdan daha keyifliyiz. Yanımızda yeteri kadar suyumuz var ve bu kez dikkatliyiz. Suyun kaynamasını önlemek amacıyla depoüstü çantaya koymadık. Islak bir havluya büyük su şişesini sarıp sosisin üzerinde dışarda taşıyoruz. Su, havludaki buharlaşmanın etkisiyle, içilebilir soğuklukta (termodinamik işe yarıyor).

Mary’ye gelip bu gezideki en pahalı otelimize (70 $) yerleşiyoruz. Yemek için dışarı çıktığımızda tandır başında küçük bir restoran var. Epeyce kalabalık. Kalabalık olduğuna göre kötü olamaz diyoruz ve biz de karışıyoruz kalabalığın arasına. Tandırda samsa yapıyorlar. Resim çekiyorum ama kadının yüzü tam siper kapalı. Karnımızı doyurup, ertesi gün Mashhad’i hedefleyerek otele dönüyoruz.

Yarın yine uzun birgün olacak. Bir çöl kasabası olan Seraks içinde motorla bir tur atıyoruz ama öyle monoton, öyle sıkıcı bir yer ki bir çay içimi mola vermeye gerek görmüyoruz. Hani kovboy filmlerinde terkedilmiş kasabalar vardır, sağda solda rüzgarla sallanan, gıcırdayan kapı seslerinden ve tozdan başka bir şey görünmez, işte aynen öyle. Bir iki güneşten yanmış tipin haricinde görününürde hiç bir canlı yok. Doğru sınır kapısına gidiyoruz. Burada işlerimizi en kısa zamanda bitirip İran tarafına geçiyoruz.
Mashhad buradan yaklaşık 200 km batıda. Türkmen sınırından Mashhad’e kadar yine çöldeyiz. Bu üçüncü çöl. Yine deve dikeni, yine kum, yine bezdirici bir fırtına ve toz var. Yaklaşık iki saat gittikten sonra küçük çıplak tepeler beliriyor ve az da olsa viraj var artık. Değişiklik olunca biraz rahatlıyoruz. 3-4 saat içerisinde henüz hava kararmadan Mashhada giriyoruz. Mary’den itibaren toplam 500 km üzerinde yol oldu ve nihayet hedefteyiz. Çölde motor sürmesek de olur artık. Sayfa kapasitesi doldu ve "Son Bölüm" yine sığmadı...


En son spartakus tarafından Prş Eyl 07, 2006 12:44 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcı profilini gör Özel mesaj gönder AIM Adresi
spartakus
Katilimci Uye
Katilimci Uye


Kayıt: Sep 11, 2005
Mesajlar: 70

MesajTarih: Pzr Ağu 27, 2006 3:36 am    Mesaj konusu: Alıntıyla Cevap Ver

IRAN-Dönüş (son bölüm)


Bu gençler bu motora binip bizi otele götürdüler.

Türkmenistan ve Özbekistan dönüşü biriken evraklar. Keyifle çöpe attım.

Mashhad çok kalabalık, trafik yine İrana özgü kaotik. Nerede o ıssız Türkmen yolları. Şehir içine geldiğimizi anlıyoruz. Kalabalık iyica arttı, trafik stop and go haline geldi. Bir dönel kavşakda durur durmaz yine başımıza arının oğul vermesi misali doluştular. Sadece bir taksi durdurup bizi bir otele götür diyecektim ama bunu söylemeye fırsat bile bulamıyorum. Otel diyebiliyorum ama duyan var mı o da başka. Motor incelenip büyük mühendislik tartışmalarının yapıldığını hissediyorum. Tek görebildiğim, burada kimse Türkçe konuşmuyor. Türkçeyle olacak gibi değil, gözüme kestirdiğim bir gence doğru dönüp ingilizce bilip bilmediğini soruyorum. İsabetli seçim. Delikanlıya uygun bir otel aradığımı söyleyince yanındakinin 125liğine 3 kişi birden oturup takip etmemi söylüyor. Bua ha ha ha... Üç kişiyle o ne gidiş öyle, arkasından yetişmekte o haşin trafiğin içinde ciddi ciddi zorlanıyorum ama üçünden birisi mutlaka arkadan gelebildiğimi kontrol ediyor.

Şehrin tam merkezinde bir apart otele getiriyorlar bizi. Caddeler öyle kalabalık ki, kıyaslandığında kapalıçarşı 100 m koşusu yapılabilecek kadar sakin kalır. Kara çarşaflı kadınlar görebildiğimiz kadarıyla erkeklere oranla sayıca ağırlıktalar. Otele yerleştikten sonra dışarı çıkıyoruz. Motor otelin havlusunda ve yeri emin. Nede olsa kentin en ortasına geldik. Otelin kapısının karşısında Mashhad’in en büyük Pazarı var. Hemen biraz ilerde bu kentin kalabalık olmasının nedeni olan İmam Rızanın ziyaret yeri var. Mashhad Şiiler için bir hac merkezi. İmam Reza 12 imamlardan sekisincisi. Şehrin tam ortasındaki türbesi yılın, günün her saati ziyaret ediliyor. Yıllık 20 milyon ziyaretçiden bahsettiler bize ve gördüğümüz manzara ve kalabalık bunu doğrular nitelikte. Tüm İran ve Afganistan'dan gelen ziyaretçilerin odak noktası. Mouseleum, müze ve medreselerden oluşan büyük bir komleks. Kapısının önünde bir insan seli var. Binlercesi giriyor, giren kadar da insan çıkıyor ama ne sel...

Mashhad çok kabalık.

Tam girerken bir görevli bizi çeviriyor ve bu şekilde giremeyeceğimizi söylemeye çalışıyor. Bayanlar kara çarşaf olmadan giremezlermiş. Ben de fotoğraf makinesini emanete bırakmaya davet ediliyorum. İmam Rıza ziyaretimiz kibarca sona eriyor. Burası 24 saat açık ve bu şekilde kalabalık. Ancak dışardan bir kaç resim çekebiliyorum. Saat neredeyse 2300 oldu ama ortalık hala alabildiğine insan dolu, tüm dükkanlar açık. Bu arada birşeyler yiyip, telefon edebilmek için uluslararası telefon kartı arayıp buluyoruz ve Türkiye'yi arıyoruz. Bu kartla telefon etmek biraz zahmetli ama çalışıyor. Dolaşmaktan usanıp otel dönüyor ve yatıyoruz. Ertesi gün Hedefte Gorgan var. Sabahleyin önce otelin hemen kaşısındaki büyük pazara gidiyoruz. Ucu bucağı olmayan bugüne değin gördüğüm en büyük Pazar. İçinde hemen hemen herşey var ama ben aradığımı bulamıyorum. Siyah bir koyun postu arıyorum. Motorun selesine koyacağım. Benim beyaz post kirini çabuk göteriyor, bu nedenle siyahını arıyorum. Gittiğim yerlerden alırım diye kendiminkini almamıştım ve yokluğunu ciddi anlamda arıyorum. Yok, ne yapalım. Türkmende ve Özbekte de bulamadım zaten. Benim beyazı siyaha boyayacağım artık... Mashhad’in boğucu kalabalığı ve trafiği bir an önce buradan uzaklaşmamız gerektiğini söylüyor.




Mashhad Pazarı. Dışarıdan görünüş. Buna benzer bir çok Pazar varmış...



Resepsiyondaki görevli biz motoru yüklerken yanımızda ve Gorgan “Paristen güzeldir” diyor. Bakalım diyorum, acem abartması olmasın sakın diye geçiriyorum içimden. Mashhad’den de övgüyle bahsedilmişti ama bana göre bir yer değil. Gorgan Mashhad’den yaklaşık 400 km batıda ve Hazara iyice yakın. Buraları İranın yeşil yerleri. Elbruz'ların kuzey yüzü yeşil. Kasabalar köyler göze daha hoş görünüyor. Yolda yine trafik oldukça yoğun. Yer yer virajlı yerler var ve keyifle ilerliyoruz. Çay içmek için durduğumuz yerlerde insanlar sanki daha soğukkanlı gibi geliyor bize. Durduğumuzda etrafımıza yığılmalar olmuyor en azından. Kısıtlı miktardaki Orman bizdekinden bile daha hunharca katledilmiş. Yoldan çok net görünüyor, traşlanmış ve ya konut alanı olmuş, ya da tarla. Yazık.



Gorgana doğru. Elbruzların kuzey yüzü yeşil/Klimalı çay molası.

Gorgana geldiğimizde ortalık kararmak üzere. Yine şehir merkezine kadar ilerleyip bir otel soruyorum ama etrafımız yine kuşatıldı. Sempatik yüzlü bir genç düzgün ingilizceyle bize yolu tarif etti ama canına sinmemiş olcak ki biraz sonra arkamızdan arabasıyla yetişti ve kendisini takip etmemizi söyledi. Şehir dışına, dağlara doğru yaklaşık bir on kilometre kadar rampa çıktık ve bir apart otele geldik. Otelde tek bir oda kalmış ve onun da kliması çalışmıyormuş ama vantilatör var. Gece zaten serin, klimalık hava yok; bu nedenle tamam diyoruz. Fiyatı duyunca daha hoşuma gidiyor. 20 dolar, ormanın içinde ayakkabıların dışarıda çıkartılarak girildiği sevimli bir apart hotel.

Motora yer bulmak bizimki kadar kolay olmuyor. Otelin yan tarafında bekçili, otele hizmet veren bir park yeri var ama bekçinin tipi bana güven vermiyor. Motora emin bir yer bulamazsak başka bir kapı çalacağız ama bugün Cuma ve İran'da hafta sonu. Tehran’dan, Mashhad’den kaçan ne kadar adam varsa hepsi sanki buralara gelmiş. Otelin etrafını dolaşıp, motoru koyacağım bir yer ararken beni getiren çocuk girişteki merdivenin altını gösterdi ama vizör yüksek kalacağı için motoru ancak vizör değene kadar buraya arka arka itekleyerek koymak mümkün. Resepsiyondan da onay aldıktan sonra motoru da yerine yerleştirdik ve ben rahatladım.

Otelin restoranından akşam yemeğimizi getirttik ve dolaşmak üzere dışarı çıktık. Birde ne görelim, otele gelirken boş olan sağlı sollu kaldırımlar boşluk bırakılmaksızın çadır dolmuş, onlarca hatta yüzlerce rengarenk çadır. Kilimler serilmiş, mangallar yakılmış, kimisinde yemek yeniyor kimisinde nargile çekiyorlar. Kadın erkek karışık, şamata bol. Genç gelinler, kızlar kaldırımın ortasında sere serpe yatıyorlar. Önlerinden geçerken sık sık davet ediliyoruz, teşekkür edip devam ediyoruz. Hafiften yağmur çiseliyor ama biz de dahil kimsenin aldırdığı yok. Bu işin sonu yok biraz sonra dönüyoruz ama bu sefer yolun karşısından. Orada da durum aynı, aynı muhabbetler. Otelden çıkarken makineyi almamıştım. Geri dönmeye de tembellik ediyorum yarın gün ışığında çekerim diye. Kaldırımdaki bu ilginç manzarayı seyrederek otele dönüyoruz. Ertesi gün erken kalkıp kahvaltımızı yapıp otelden çıkıyoruz. Çadırların hemen hepsi kaybolmuş, sadece bir kaç kalıntı var onları görüntülüyorum. Bir taksiyle tekrar kent merkezine geliyoruz. Bizi dolaştırması için türkçe bilen bir şoför arıyorum ama nafile. Farsi biri dolaştırıyor artık çaresiz. İran şartlarında yeşil bir kent ama fazla bir özelliğ olduğunu zannetmiyorum. Saat sekizden onikiye kadar dolaştık ama içeri alınmadığımız bir medreseden başka tarihi bir yer, bir müze yok anlaşılan. Buranın da pazarı vamış ama Pazar gezmek yetti artık. Otele dönüp Tahrana doğru hareket ediyoruz.


Otel/Çadır kalıntıları. Kaldırım kenarındaki akan su çok amaçlı; temizliyor, suluyor, serinletiyor, estetik. Gorgandan...

İşte şimdi Elbruz'ların kuzey yüzündeyiz. Ormanlık, dağlık ve virajlı yollar. Trafik yoğunluğuna rağmen müthiş keyifli. Tahrana ulaşmak için Elbruz'ları güneye doğru diklemesine geçmek gerekiyor. Bu enterasan olacak. Yol Tehrana doğru güneye döndüğünde tatlı bir rampa tırmanıyoruz. Her yer yemyeşil; birara karadenizi anımsıyorum. Yol birden dikleşiyor ve ciddi tırmanışa geçtik. Öyle kalabalık ki, solladığım arabaların arasına girecek yer yok. Yoğun bir sisle birlikte ortalık soğumaya başladı. GPS 2800 m gösterdiğinde tekrar inişe geçiyoruz. Dağın güney yüzüne indiğimizde başka bir dünyadayız ve dağ tamamen çıplak, güneş kavurucu. Sisli havada ıslanan giyslerimiz hemen kuruyor. Vizörü temizleyip kurulayıp devam ediyoruz. Bu dağ yolundaki yoğun trafik bizi müthiş yormuş. Tehrana az kaldı ve hava kararmak üzere. Dağın ardından güneş batıyor ve daha 80 km yol var önümüzde. Bu turda hiç bu 400 kmlik mesafedeki kadar yorulduğumu hatırlamıyorum.


Arkada görülen sisten geliyoruz. Elbruzların güney yüzü...



Tehrana yaklaşıyoruz.

Tehrana girerken içten bir “ufff” çekiyorum; trafik dediğin böyle olur işte... Her taraftan geliyorlar, ne dur, ne durak biliyorlar. Burası ne Parise, ne de İstanbula benziyor. Akla zarar bir trafik bu... En çok da iki tekerliler ürkütüyor. Sürüyle dolaşıyorlar, sağımda, solumda önümde, arkamda her tarafımdalar... Bazıları zıpırlık yapıp iyice yaklaşıp bana paralel gidiyor bir de arsız sırıtıyor. O kadar yolu kazasız belasız gelip de bunlarla çarpışırsam zoruma gidecek... Fakat o kadar kıvraklar ki, benim onları kollamama gerek yok, onlar kendilerine mukait oluyorlar. Bu yorgunluğun üzerine bu trafik çekilir gibi değil. Çaresiz diklemesine iniyorum şehre doğru. İlk gelen otelin önünde duruyorum. Gidecek halim ve keyfim kalmadı. Dışarıdan bakıldığında çok yıldızı olan bir otele benziyor ama umurumda bile değil, dalıyorum içeri. Motoru parka çekip odaya çıkıyorum ve doğru duşun altına.

Shahar Oteli temiz, bakımlı hatta biraz fazla şatafatlı döşenmiş. 57 dolara kalıyoruz, bence değer. Marydeki otelden daha iyi, daha ucuz. Bir de otel yakınındaki bir restoranda yemek yedikten sonra iyice kendimize geliyoruz. Sokaklarda dolaşırken, buradaki gençlerin giyim tarzları, bakımlılıkları hatta güzellikleri dikkatimizi çekiyor. Son derece modernler. Ne de olsa 16 milyonluk başkent diyoruz. Otele döndüğümüzde yorgunuz ve uyuyoruz.


Tehran manzaraları


Tehranın ortasında Irak savaşından kalan bombalanmış bir bina. Onarmıyorlar.





Hepsi Tehrandan.

Tehran var gündemde; Türk bir taksi şoförü buluyoruz. Bu adamcağız bizi sabahtan itibaren yaklaşık altı saat gezdiriyor. Bu arada kaldığımız otelden ayrılıp, taksicinin bizi götürdüğü İmam Meydanındaki apart otele yerleştik. Fiyat 15 dolar. Kenti tanıyan, bilen birileri öncülük ederse gayet iyi yerler düşük fiyata bulunabiliyor. Şehri epeyce gezdik. Yeni yere Tehran'da bir gün daha kalmak istediğiiz için geçtik. Amacım Damavand dağına gitmek. Gorgan'dan Tehran'a inerken dağı göremedik. İran'a geliş nedenlerim arasında dünyanın en zarif görünümlü bu dağının bir resmini çekmek var. Hatta dağın eteğine kadar motorla gidip, ikisinin resmini birlikte kaydetmeyi hayal etmiştim. Motorla gidemeyeceğim. Bunun için hem çok yorgunum, hem de trafik bir felaket. Motorla giderek istenmeyen bir olaya davetiye çıkartmak istemiyorum. Taksi tutup Damavand yoluna düşüyoruz ama bu şoförümüz bu zamana kadarkilerin içindeki en beceriksizi. Sorarak buluruz dediği yere bir türlü ulaşamıyor, dakikalar saatler geçtikçe hava kararıyor. Bir ara Damavand’ın yarısından yukarısı görünüyor. Karları, buzulları iyice görünür durumda. Taksiyi durdurup resmini o anda çekmediğime şimdi pişmanım. Altı binlik koca Damavand'ın eteğine inen yolu bulamıyoruz. Sonunda biri, turist rehberiymiş, iyice tarif ediyor ve biz Damavand’ı buluyoruz ama bu seferde benim makine için fazla karanlık. Makineyle onlarca resim alıyorum ama hiç birisi işe yarar nitelikte değil. O an şoförü boğabilirim ama sesimi çıkartmıyorum. Çıkartsam da bir getirisi olmayacak. İş işten geçmiş artık. Kararımı orada veriyorum, bundan sonraki makine bir digital EOS 30D olacak. Bildiğim kadarıyla henüz Türkiye’ye gelmedi ama getirtmek zor değil. Elimde öyle bir makine olsaydı belki gündüz resimerinden daha ilginç resimler alabilecektim. Phillipe’in elindeki EOS 5D gece çekimlerinde harikalar yaratıyor ama o çok pahalı bir alet. Bana 30D yeter. Geziye başlamadan önce biraz araştırmıştım ve hatırladığım kadarıyla bu makinenin test sonuçları fiyat/performans açısından fena değildi. Sonuçta gidiş-dönüş beş saatlik bir maceraydı ama gönül isterdiki resimleri de olsun. Kısmet diyelim; değerli zirveler utangaçtırlar, kendilerini saklarlar. Öyle bir bakışta görülmez, ilk denemede kolay zaptolmazlar. Damavand’de hemen teslim olmadı, zorlayınca gecenin karanlığına gizlendi. Daha fazla zorlanmaz. Başka sefere, belki de tırmanmak üzere başka sefere. Bu dağa tırmanmak isterdim. Çok etkileyiciydi. Otele dönüp yatıyoruz. Ertesi gün Tebrize kadar 600 km nin üstünde bir yolumuz var.


Şah Rızanın sarayı. Müze yapılmış.



Millet müzesine giderken bir İran şeyhi ve eski bakanına rastladık.



Millet müzesinden



Otelde tanıştığımız muallim. Güzel türkçesiyle “İran-siyaseti” konuştuk.

Sabah kalkıp motoru yükleyip yola çıkıyoruz. Hala Damavand’da yaşadığım hüsranın etkisi altındayım ve otobandan gideceğim. Otoban yolculuğunu hiç sevmem ama moralim yerinde değil. İranda otobana motosikletle çıkmak yasak ama umurumda bile değil, bizi gören polisler hiç seslenmiyorlar, kimisi de görmezlikten geliyor galiba. Otoban bitene kadar devam ediyorum. Toplam 650 kmlik yolun 400km den fazlası otoban ve biz burayı kısa diyebileceğimiz bir sürede geçtik. Bir yerde durup kahvaltımızı da yaptık. Açık büfe, 3 dolar karşılığı. Geriye kalan 200 km’lik yol çabuk bitti ve Ghods otele tekrar döndük. Hoş beşten sonra odamıza çıktık. Biraz dinlenip tekrar tebrizi dolaştıktan sonra otele gelip uyuduk. Ertesi sabah Erzuruma kadar yine 600-650 km yol ve iki sınır kapısı var önümüzde.

Sabah yine erkenden yola çıktık. Erken çıkışların yararını görüyoruz. Hem trafik henüz çok yoğun olmuyor hem de sabah serinliğinde güzel yol alınıyor. Gümrükleri seri ve sorunsuz geçip bu gezinin yolu en bozuk etabına girerken yağmur başlıyor. Sicim gibi bir yağmur. Yağmurluklar üst tarafı kuru tuttu ama ayaklar ıslandı. Doğubeyazıtta böyleyse, Ağrı civarında daha yoğun bir yağmur olur düşüncesiyle Doğubeyazıtın içine giriyor ve iki yüksek boyunlu lastik çizme alıyoruz. Ayakkabıları bir petrolde yıkayıp poşete koyuyoruz. Burada durup hem biraz kuruyor, hem de ikram edilen çayları içiyoruz.

İrandan sonra buralarda hiç trafik yok. Bozuk yola rağmen mola vermeksizin ilerliyor ve Erzurum'a geliyoruz ama henüz saat 16.00 gibi. Ertesi güne yolu biraz daha kısaltmak amacıyla Erzurum'u geçiyor, Erzincan'da Burcu Otele yerleşiyoruz. Bugün yaklaşık 800-850 km yol geldik. Omuzum, boynum ve popom ağrıyor. Hanımın durumu benden daha iyi. Artık seyahatin sonu göründü diyoruz. Henüz eve gelmedik ama bundan sonrasını gideriz artık deyip biraz Erzincan'ın mecburiyet caddesini dolaşıyoruz. Ayaklarımız açılıyor.



Bünyan'a geldiğimizde motorun görüntüsü buydu.



Bu da bizdeki. Bir Özbek'dekine bakmalı, bir de buna.



Erciyes de güzel. Eve geldik sayılır.

Ertesi gün akşama doğru kısa molalarlardan sonra eve ulaşıp motoru yerine koyuyorum. Bir gezi daha sona eriyor. 10900 km olmuş. Topam 28 gün sürmüş ve herşey dahil 2200 dolara mal olmuş. Eh, bundan iyisi can sağlığı. VENİ, VİDİ, VİCİ.

Genel İzlenimler

Dolaştığımız yerlerin istisnasız hepsinde müthiş bir Türkiye hayranlığı var. Türkiye Türküyüz dediğimizde bize açılmayan kapı hemen hemen yok gibi. Bunu bütün Orta Asya'da görüyoruz ama bunun kıymetinin bilinmesi gerekiyor. Eskiden yabancı turistler geldiğinde bizim restoranlarda hemen yüksek sesle yabancı müzik çalınırdı. Şimdi aynısı bizim için yapılıyor. Memleketteyken duymadığım parçaları buralarda duyuyorum. Hemen herkes Türkiye televizyonu izliyor. İstisnasız nereye gitsek, nereye girsek, Türkiye dediğimizde olumlu yönde müthiş bir davranış değişikliği yaşıyoruz. Özbekistan'da enteresan bir İstanbul tanımını bir akademisyen özbeğin ağzından duyduk. “Eyle bir şeherki bir ucundan bir ucu 250 km. Get get bitmiip” diyordu imrenerek. Bu Azeride de böyleydi, Türkmende de, Özbekde de, İranda da. Kırgız ve Kazakta durum daha da iyiymiş. Özbek ve Türkmen hariç, buralarda bize vize de yok.

Azarbaycan daha yeni kendi zenginliğinin farkına varmış, her işini bırakmış tüketime yönelmiş. Fakiri çok zavallı. Zengin, her zaman her yerde olduğu gibi, uçuyor. Küçük az nüfuslu, doğal zenginlikleriyle, Bakuyla övünebilirler. Altyapı noksanları zamanla tamamlanır. Korrupsiyondan kurtulmaları şart. Baku haricinde, kuzeydeki dağların olduğu mıntıka doğası itibarıyla ilginçmiş.

Türkmenistan, kaynakları itibarıyla dünyanın en zengin ülkelerinden birisi ama burada henüz her şey sorunlu. Hemen hemen Türkiye'nin ¾ ü büyüklükteki bir ülkede 4.5 milyon insan yaşıyor. Ülkenin hemen hepsi çöl. Bürokrasi eski Rus bürokrasisi. Bilgisayara geçememiş, dünyaya hiç ama hiç açılamamışlar. Saat 18.00 de sınır kapılarının kapandığı tek ülkedir herhalde. En azından ben ilk kez gördüm bu uygulamayı. Yollardaki kontrollere de bakarsak neden, kimden korkuyorlar diye düşünüyor insan. Yönetim mutlak monarşi! Kanun tüzük yok. Türkmenbaşı'nın FERMANları var. Korku, konuşurlarken bile etraflarını kolaçan etmelerine neden. Kim kimi dinliyor korkusu yaşıyorlar. Vatandaşla muhatap olduğunuzda öyle cana yakın, öyle sevimliler ki. Türkiye de, canlarını al. Samimiler, sarılıp okşuyorlar, dokunurlarken sıcaklığı hissediliyor. Burada duygusal anlar da yaşadık. Ama dinlenme korkusuyla ancak yalnız olduğumuzda açılabiliyorlar; dert yanıyorlar ve Türkmenbaşı’nın tiranlıklarından bahsediyorlar. Yakın sülalesiyle birlikte Türkmenistan'ı yediğini iddia ediyorlar. Türkmenistan'daki bütün fabrikalar Türkmenbaşı'na ve yakınlarına aitmiş. Caddede gördüğümüz gençlerin hepsi ya polis, ya asker. Türkmenbaşı'na bağlılar. Amerika buraya henüz girememiş, daha doğrusu girmiş ve kovulmuş, tek teselli bu. Büyük çaplı işlerde Türkiye Türkleri var ve her yerde Ay-Yıldız dalgalanabiliyor. Tek Atatürk Parkı burada. Aşgabat oyuncak bir şehir gibi. Diğerleri, ki sayıca zaten fazla değil, çöl kasabaları. Gidilecekse motorla (sihirli anahtar) veya turla gidilmeli. Aksi takdirde işkenceye dönüşebilir.

Özbekistan en uzun kaldığımız yer. Giriş-çıkışlardaki bürokrasiyi minimuma indirmişler. Buhara tam bir müze. Her yeri tarih, her sokağı ilginç, her yapı birbirinden güzel. Bu gezi esnasında en beğendiğim yer. Samarkant biraz hüsran yarattı. Kalan, muhafaza edilen birkaç kayda değer tarihi eser var. Şüphesiz Registan dünyada eşi benzeri olmayan bir yapıt. Uluğ beyin rasathanesi ilginç ama kentin diğer kesimi bu dokuya hiç uymuyor. Tamamen ayrı iki dünya, iki farklı mekan birarada. Samarkant'ın tarih içindeki fonksiyonunun bir kaç kalıntısı haricinde gözle görünen birşey yok.

Buhara ve Samarkant Özbeğin taşraları. Merkez Taşkent. Anlaşılan Orta Asyadaki ticaretin de merkezi. Her tarafta iş merkezleri var. Kentte yaşayan Rus, Kazak, Kırgız, Tacik, Çinli ve Afganlıların yanısıra kaldığımız otele yakın yerler Korelilerin mahallesiydi. Güney Kore buraya adeta bir çıkartma yapmış. Baştan otomobille girmişler. Elektronik neredeyse tamamen Güney Kore tekelinde. Taşkent caddelerinde görülen arabaların hemen hepsi Kia, Hyundai, Daewoo. Görünen bir kaç Şahin istisna gibi birşey. Dünya standartlarına yakın bir yaşam standardı göze çarpıyor. Herşey var. Meyve sebze alabildiğine bol. Fergana Vadisi'ne biz gitmedik ama tahıl, meyve ve sebze deposu orası. Petrol de orada. Biz buralarda yer yer çeltik tarlaları bile gördük. Bu en zor sulu tarım demektir ve üstesinden geliyorlar. Taşkent haricinde gelenek ve göreneklere bağlı, biraz daha muhafazakar bir yaşam gözlenebilirken, Taşkent, Rus güzellerinin podyumu gibi. Kerimov da, Türkmenbaşı gibi, Rusları ve Amerikalıları kovalamış ama Ruslar yeniden dönüyorlarmış. Burada ikinci dil, hatta bürokrasi ve teknik dil Rusça. Özbekçe daha ziyade Özbeklerin kendi aralarında konuştukları bir dil. Petrol ve doğalgazın yanı sıra diğer mineraller açısından da zengin olan Özbeklerde tarım ve hayvancılık da yaygın. Her taraf pamuk tarlası. Tekstil sektörüne bizimkiler giriyorlar yavaş yavaş. Anladığım kadarıyla 25 milyon nüfusuyla Orta Asyanın en kayda değer ülkesi. Henüz yaşam kolay ve hesaplı. Görülmesinin herkese nasip olmasını diliyorum. Kesinlikle doğru bir hedef.

İran her yönüyle ilginç. Biz kuzeyden geçtiğimiz için Şiraz, Esfahan gibi tarihi yerleri görüp Pers kültürünün kokusunu fazla alamadık. Bizim görüp yaşadıklarımız daha güncel kaldı. Tehranda çok Türk var. Hemen her yerde türkçe konuşuluyor. İran'ın buraya kadar ki geçtiğimiz her yerinde Türk nüfusun %65 lere vardığı söyleniyor. Birazı abartı olsa bile, demekki yarı yarıya bir orandan bahsedilebilir. Türkler arasında müthiş bir şah hayranlığı var. Şahın dönemini arıyorlar ve mollaların baskısından memnun değiller. Türkler-Farslar diye bir ayırım başlarsa bunun sonu iyi olmaz. Kargaşa da dünyada tek bir devletin işine yarar. İranda yaşayanların bence buna dikkat etmeleri gerekiyor. Kargaşa ve bölünmüşlüğün “zarar” olduğunu Türkiye'de yaşayan herkes gayet iyi biliyor. İran benim anlayışım itibarıyla şu an dünyadaki birkaç gerçek bağımsız ülkeden birisi ve şüphesiz bunların en büyüğü. Ulusal birlik ve bütünlüğünün rahatsız ettiği dünya devletleri var. Bunların tek hedefi İran'ı iç kargaşa batağına sokup, küçültüp, zenginliklerini sömürmek. Bunu görmek anlamak için Nostradamus veya siyaset bilimci olmaya gerek yok. İrandaki muhtemel bir kargaşanın en büyük zararını bizim çekeceğimiz de yine ortada. Gidip bu haliyle görmeye kesinlikle değecek bir ülke.


En son spartakus tarafından Pts Eyl 04, 2006 9:00 am tarihinde değiştirildi, toplamda 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcı profilini gör Özel mesaj gönder AIM Adresi
uzaklar
Tecrubeli Uye
Tecrubeli Uye


Kayıt: Oct 23, 2003
Mesajlar: 208
Nerden: istanbul

MesajTarih: Pzr Ağu 27, 2006 12:58 pm    Mesaj konusu: Alıntıyla Cevap Ver

Üstad tebrik ederim; yalnız birkaç konuda müsadenizle eleştiride bulunmak istiyorum;

1) Yetersiz iklimsel kıyafet seçiminiz (çöl ve soğuk koşulları yaşayacağınız önceden belli idi) her iki durum için yanınızda yeterli giyecek bulunması konforunuz açısından çok iyi olurdu

2) Tekrar tebrik etmek isterim ancak tek başına eşinizide bu geziye götürmeniz (gerçi bu gezi planını aylar önce sitede ilan etmiş ve yoldaş aramışsınız sonuçta bir takım öğütler dışında katkımız olmamış). Eğer bu sene circum-mediterranian hayalimin bir bölümü için cadize kadar sürmeseydim katılmak isterdim

3) Hidrasyona yönelik herhangibir önlem almayışınız ; bir hortumla sürekli olarak sürekli olarak su-elektrolit solüsyonları aspire edebileceğiniz ve maliyeti 2-3 milyonu geçmeyecek bir hidrasyon sistemi kurulabilirdi. Okuduğum kadarı ile sınırlarından dönmüşsünüz, allah korusun dakar yarışlarında bu yüzden insanlar ölüyor.

Her kademesi amatörce keşfetmenin keyfiyle dolu öyle "nazeninvari" maliyet gerektirmeyen (!) tek kelimeyle muhteşem diyebileceğim bir gezi, hemde bazı dostların şile gezisi için bile yetersiz (!) bulabildikleri bir enduro ile üstelik iki kişi olarak yapılıyor. Üzerinde dolaştığınız coğrafyada temas ettiğiniz her insan evladı artık türkiyeyi daha farklı bir gözle görüyor emin olun.

Sizleri Ulan Baturda görmek isteriz!!!!
Başa dön
Kullanıcı profilini gör Özel mesaj gönder AIM Adresi Yahoo Messenger
spartakus
Katilimci Uye
Katilimci Uye


Kayıt: Sep 11, 2005
Mesajlar: 70

MesajTarih: Pzr Ağu 27, 2006 2:45 pm    Mesaj konusu: Alıntıyla Cevap Ver

uzaklar demiş ki:
Üstad tebrik ederim; yalnız birkaç konuda müsadenizle eleştiride bulunmak istiyorum;

1)Yetersiz iklimsel kıyafet seçiminiz

2)Tekrar tebrik etmek isterim ancak tek başına eşinizide bu geziye
götürmeniz

3)Hidrasyona yönelik herhangibir önlem almayışınız

Her kademesi amatörce keşfetmenin keyfiyle dolu öyle "nazeninvari" olmayan, maliyet gerektirmeyen (!) tek kelimeyle muhteşem diyebileceğim bir gezi, hemde bazı dostların şile gezisi için bile yetersiz (!) bulabildikleri bir enduro ile üstelik iki kişi olarak yapılıyor. Üzerinde dolaştığınız coğrafyada temas ettiğiniz her insan evladı artık türkiyeyi daha farklı bir gözle görüyor emin olun.

Sizleri Ulan Baturda görmek isteriz!!!!



1)-Eleştirilerinizin giysiler bölümünde tamamen haklısınız. Uzun kollu sweetin altında holo-fiber içlikler vardı ama bunu sıcağa/tere karşı giydik. Yağmuru ve soğuğu temmuzun neredeyse ortasında hesaba katmadık. Belkide Mersinde yaşamanın verdiği bir bilinç altı ataletdi. Bir daha olmaz.

2)-Oraların güvenli yerler olduğunu (bunu kastediyorsanız) az çok biliyorduk. Eşimi götürmemi neden anlamadığınızı anlayamadım.

3)-Dehidratasyon için tüm önlemleri almıştık aslında. O dediğiniz borulu, trekingde tırmanışlarda, hatta sürüş esnasında bile rahatlıkla kullandığım (öyle bir kaç dolarlık da değil...) matarayı depo üstü çantaya koyunca iş bitti zannettim. Aşırı sıcakta, çantanın içinde bile olsa suyun içilemeyecek kadar ısınacağına gerekli itinayı göstermedim. İkinci ve üçüncü çöllerde daha dikkatliydik ve çok rahat geçildiler.

Nazeninvarilikle çöl geçilmez, Orta Asyaya seyahat yapılmaz.

Şile gezisi için bu makineyi yetersiz bulan arkadaşlarınız... Bilemem!

Ben bu gezide medeniyete doğru gittim, teknolojiye değil. Oralarda teknoloji yoktu. Dolayısıyla o yollar için dakar bence çok iyi bir seçim. Defalarca dünyayı dolaşmış, kendisini kanıtlamış, sorunsuz, basit bir alet. Bir çok yerine kendim müdahale edebilirim. Özbekde rafineri arıza yapınca 91 oktan bulamadım, 80 oktanı sorun çıkartmadan yedi... Yanımda götürdüğüm "octane booster"leri Phillipe'e verdim!

Biraz önce "long way round'a" bakıyordum. Özellikle Kazak'da ve Moğol'da adamların bağrı yerden kalkmıyor ama bunun nedeni çok net gözüküyor: Ağır makineler! Dirt'e girdiklerinde dönmüyor, tutamıyorlar. Kameraman küçük rus motoruna bindikten sonra düşmüyor. Aynı "yolu" gidiyorlar, o durup düşenleri kaldırıyor... 1.70 ile selvi boyluyum. Büyük motorlara gücüm yetmeyebilir. Makine şartlara uygun olmalı.

Sevgili doktor,
sizin anlayışınıza saygı duydum.
Hangisi olusa olsun, motor çok keyifli bir araç. Motorlarım sevgili oyuncaklarım. Statü sembolüm değil.

Seneye Mersin-İstanbul-Vladivostock gündemde. Çalıştığım seyahat acentasına vizelerle uğraşsınlar diye talimatı şimdiden verdim. İlgilenen arkadaşlara duyurulur. Kısmet olursa, seneye, yine temmuz başında.

Haydi hep beraber olsun!!!
Başa dön
Kullanıcı profilini gör Özel mesaj gönder AIM Adresi
mdogruc
Tecrubeli Uye
Tecrubeli Uye


Kayıt: Oct 23, 2003
Mesajlar: 511
Nerden: ADANA

MesajTarih: Pts Ağu 28, 2006 1:13 am    Mesaj konusu: Alıntıyla Cevap Ver

Hocam elleriniz dert görmesin. Uzun bir yolculuktan henüz döndüm ve yatmadan önce nete gireyim demiştim, şu anda saat sabahın dördü uyku hayal oldu ama hiç pişmanlık hissetmiyorum icon_smile.gif . Kapuzbaşı yolunda karşılaştığımızda gördüğüm koyun postunu fotoğraflarda selenizde görememek şaşırttı beni, işe yaramadığına mı kanaat getirdiniz yoksa?

Paylaşımınız için yeniden teşekkürler,

Görüşmek üzere
_________________
MESUT DOĞRUÇ / ADANA
Husaberg FE 450 2004
BMW F650 GS DAKAR 2003
505 4654905


http://www.bikepics.com/members/mdogruc/
Başa dön
Kullanıcı profilini gör Özel mesaj gönder E-mail'i gönder AIM Adresi MSN Messenger
VAP53
Tecrubeli Uye
Tecrubeli Uye


Kayıt: Jul 28, 2003
Mesajlar: 12125
Nerden: İstanbul/Çanakkale

MesajTarih: Pts Ağu 28, 2006 5:10 am    Mesaj konusu: Alıntıyla Cevap Ver

Cok degisik ve guzel bir rota, cok degisik bakis acisi ve resimler ve de cok guzel bir rapor...
Emeklerine saglik, bizlerle paylasip, bilgi dagarcigimiza ilaveler yaptigin icin de ayrica coook tesekkurler. icon_smile.gif
_________________
Sevgiler.
V.Ahmet PINAR - IST. & Geyikli

Turkiye durmaksizin doguya giden bir gemidir, bazilari bu geminin guvertesinde batiya dogru kosarak batiya gittiklerini sanarlar (Filozof Sakallı Celal).
Başa dön
Kullanıcı profilini gör Özel mesaj gönder E-mail'i gönder AIM Adresi
spartakus
Katilimci Uye
Katilimci Uye


Kayıt: Sep 11, 2005
Mesajlar: 70

MesajTarih: Pts Ağu 28, 2006 7:41 am    Mesaj konusu: Alıntıyla Cevap Ver

mdogruc demiş ki:
... Kapuzbaşı yolunda karşılaştığımızda gördüğüm koyun postunu fotoğraflarda selenizde görememek şaşırttı beni, işe yaramadığına mı kanaat getirdiniz yoksa?

Paylaşımınız için yeniden teşekkürler,

Görüşmek üzere


Sevgili Mesut bey,
Tam tersine, koyun postu cankurtaran gibidir. Benimkisi açık renk ve bir kaç bin km sonra çok pasaklı bir görünüm alıyor. Ben de Orta Asyada koyu rengini, hatta siyahını bulurum diye götürmemiştim. Dükkanlarda, pazarlarda baktım ama göremeyince fazla üzerine düşmedim. İlginiz için teşekkürler.

Görüşmek üzere
Başa dön
Kullanıcı profilini gör Özel mesaj gönder AIM Adresi
spartakus
Katilimci Uye
Katilimci Uye


Kayıt: Sep 11, 2005
Mesajlar: 70

MesajTarih: Pts Ağu 28, 2006 7:46 am    Mesaj konusu: Alıntıyla Cevap Ver

VAP53 demiş ki:
Cok degisik ve guzel bir rota, cok degisik bakis acisi ve resimler ve de cok guzel bir rapor...
Emeklerine saglik, bizlerle paylasip, bilgi dagarcigimiza ilaveler yaptigin icin de ayrica coook tesekkurler. icon_smile.gif


Sevgili Ahmet bey,

göndermiş olduğunuz ikiteker stickerleri çantaların arkasına yapıştırılmıştı...

Daha önce de yazmıştım ama tekrar hem stickerler için, hem de ilginize teşekkürler.
Başa dön
Kullanıcı profilini gör Özel mesaj gönder AIM Adresi
Goblin
Tecrubeli Uye
Tecrubeli Uye


Kayıt: Jul 25, 2003
Mesajlar: 869

MesajTarih: Pts Ağu 28, 2006 8:49 am    Mesaj konusu: Alıntıyla Cevap Ver

Benim bugüne kadar okuduğum en güzel seyahatname. Sadece gittik geldik demek için yazılmamış, arkadan gidecekler için klavuz olmuş. Teknik aksaklıklar, tedbir eksiklikleri gibi ufak noktalar takılmak anlamsız. Çok ciddi bir cesaret, özgüven ve işbilirlik tadı var bu gezide. Ben Türkiye'deki polisle, gümrük memuruyla, taksicisiyle iletişim kuramıyorum, nerede kaldı Özbeki, Türkmeni, İranlısı. Toroslara gezi yapacağım, 'aman tek gitme, başına bir iş gelir' diyenlerin sayısı itibariyle ben bile artık korkmaya başladım. Ankara'da taş çatlasa üç beş işimde yardımcı olacak adam var, ötesi muamma, nerede kaldı sınır kapısında geçişimi kolaylaştıracak tanıdık.

Vallahi ben hayran oldum. Memlekete sizin gibi insanlar lazım, hem bize ışık tutsun hem de yeni nesilleri özgüvenle yetiştirsin. Ellerinize sağlık.
Başa dön
Kullanıcı profilini gör Özel mesaj gönder
taner
Tecrubeli Uye
Tecrubeli Uye


Kayıt: Mar 31, 2004
Mesajlar: 741
Nerden: istanbul

MesajTarih: Pts Ağu 28, 2006 9:47 am    Mesaj konusu: Alıntıyla Cevap Ver

Vakitsizlikten henüz tamamını okuyamadım ama "Harika bir rapor, elinize sağlık" demeden de siteden çıkmak istemedim...
_________________
Taner Üstün
Honda XRV 750 Africa Twin'03
yol gidilmez yaşanır
Başa dön
Kullanıcı profilini gör Özel mesaj gönder E-mail'i gönder AIM Adresi
murtisi
Tecrubeli Uye
Tecrubeli Uye


Kayıt: Oct 14, 2005
Mesajlar: 554
Nerden: İzmir

MesajTarih: Pts Ağu 28, 2006 10:20 am    Mesaj konusu: Alıntıyla Cevap Ver

Size, cesaretiniz için içimden bravo demek geliyor. Harika bir gezi olmuş. Okurken kendimi 80 li yılların ilk yarısında büyük keyifle izlediğim ''ipek yolu'' belgeselinin içindeymişim gibi hissettim. Böyle bir rota seçmekte gerçekten verilmesi zor bir karar olsa gerek. Bazı fotoğrafları açamadım. Ama yinede okuduklarım bana fazlasıyla yetti.
Paylaşımınız için tşk.ler
_________________
murtisi68@yahoo.com
Honda CBR 600 RR' 07 (satıldı)

'' GİTMEDİĞİN YER SENİN DEĞİLDİR ''
Başa dön
Kullanıcı profilini gör Özel mesaj gönder E-mail'i gönder MSN Messenger
SERDARAYDIN
Tecrubeli Uye
Tecrubeli Uye


Kayıt: Sep 20, 2005
Mesajlar: 107
Nerden: Antalya

MesajTarih: Pts Ağu 28, 2006 10:24 am    Mesaj konusu: Alıntıyla Cevap Ver

Önünüzde Saygıyla Eğiliyorum...

Selamlar..
Serdar
Başa dön
Kullanıcı profilini gör Özel mesaj gönder E-mail'i gönder Kullanıcının web sitesini ziyaret et AIM Adresi Yahoo Messenger
spartakus
Katilimci Uye
Katilimci Uye


Kayıt: Sep 11, 2005
Mesajlar: 70

MesajTarih: Pts Ağu 28, 2006 10:40 am    Mesaj konusu: Alıntıyla Cevap Ver

Goblin demiş ki:
... Sadece gittik geldik demek için yazılmamış, arkadan gidecekler için klavuz olmuş. Teknik aksaklıklar, tedbir eksiklikleri gibi ufak noktalar takılmak anlamsız. ... hem bize ışık tutsun hem de yeni nesilleri özgüvenle yetiştirsin. Ellerinize sağlık.


Goblin, teşekkürler.
Amacım yukarıdaki cümleler (di).
Teknik aksaklıklar yazılmayada bilirdi. Ben özellikle vurguladım. Çünkü işi birazcık hafife aldım ve cezasını hemen çektim. Önemli olan gerekli sonucu okuyucunun çıkartması ve buralara (veya başka yerlere) gitmeyi planlayanların ellerinde veri olması.

Saygılar, sevgiler.
_________________
Mersinden sevgilerle

F650gs Dakar 05, Supershadow 07
.
ZZR 600 91
.
CBF 400 78
Başa dön
Kullanıcı profilini gör Özel mesaj gönder AIM Adresi
Aptilimis
Tecrubeli Uye
Tecrubeli Uye


Kayıt: Jan 18, 2005
Mesajlar: 570
Nerden: İstanbul

MesajTarih: Pts Ağu 28, 2006 11:21 am    Mesaj konusu: Alıntıyla Cevap Ver

Helal olsun...
daha ne denebilir ki?

http://www.ikiteker.org/modules.php?name=Forums&file=viewtopic&t=6821

Demek ki bidi bidi yazı yazmakla olmuyomuş bu motorculuk gezgincilik...
_________________
Mustafa Ateşel
ARH(-)

Skipper 150
ZX12R
Başa dön
Kullanıcı profilini gör Özel mesaj gönder AIM Adresi
Mesajları göster:   
Yeni Başlık Gönder   Cevap Gönder    Ikiteker Motosiklet Grubu Web Sitesi Forum Ana Sayfası -> Geziler/Toplantilar Tüm saatler GMT
Sayfa 1, 2, 3  Sonraki
1. sayfa (Toplam 3 sayfa)

 
Forum Seçin:  
Bu forumda yeni konular açamazsınız
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız
Forums ©

   
 

All logos and trademarks in this site are property of their respective owner. The comments are property of their posters, all the rest © 2002 by me
You can syndicate our news using the file backend.php or ultramode.txt